1 Eylül 2011 Perşembe

Mahşerin Dört Atlısı (Said Nursi, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Ali Suavi)

Mahşerin Dört Atlısı (Said Nursi, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Ali Suavi)



Mahşerin Dört Atlısı (Said Nursi, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Ali Suavi)




SAİD NURSİ'NİN "ÜSTADIM" DEDİĞİ CEMALEDDİN 


AFGANİ 33. DERECEDEN BİR MASONDU...

 

1996 veya 97’de Aksaray Akgün Otel’de Risale-i Nur toplantısı 

yapılmıştı. Galiba Filistin’den gelen hatipdi; konuşması içinde 

“Said Nursi, üstadlarım Cemaleddin Efgani, Muhammed 

Abduh, Ali Süavi diyor” dedi. Konuşmaları anında tercüme 

eden Suat Yıldırım Hoca, hatibin bu cümlesini tercüme 

etmedi. Arkasından, Suriyeli Ramazan el Buti konuştu. İşe 

bakın ki, bir önceki hatibin söylediğini o da söylemesin mi… 

Suat Hocamız, Buti’nin o cümlesini de es geçti. Bendeniz, 

tercümede bazı yerleri niçin atladığını yazıp kâğıdı masaya 

bıraktım. Suat Hocamız cevap vermek mecburiyetinde kaldı ve 

“Efendim biz polemik olmasını istemiyoruz” dedi. Hoca 

kendine göre bu iki ismi yani Abduh ve Cemaleddin Afgani’yi 

Said Nursi’nin üstadı olarak göstermek istemiyordu. İyi de, 

Said Nursi kendisi bu isimleri vermekten çekinmemişse bize 

ne oluyor!..

 

16 Mart 2006 Perşembe
 

(Ali Eren, Vakit)

 

Cennet Mekan Sultan Abdülhamit Han, Cemaleddin Afgani 

için hatıratında şöyle demiştir.
 

"Bir de ortaya Cemaleddin Afgani adında bir şartlatan çıktı. 

Araştırdım ingilizlerin adamıydı"


Peki Cemaleddin Afgani kimdi? Bunu 50 yıldır kalemi ile 


İslama hizmet eden değerli gazeteci-yazar Mehmet Şevket 

Eygi'den okuyalım;



----

Camaleddin Afgani'nin iç yüzü

Gençliğimde Cemalüddin Afganî’yi beğenirdim. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeyken, Ankara’daki Afganistan elçiliğine mektup yazmış, Afganî hakkında kitap istemiştim. Onlar da, eksik olmasınlar Afganistan’dan birkaç kitap getirtmişler, bendenize hediye etmişlerdi.

Sonra Afganî hakkında malumatım çoğaldı, bende tereddütler başladı. Bir müddet sonra da onu terk ettim. Artık yıllardan beri Afganî’ye karşıyım.

Onun bütün ansiklopedilerde yer alan ünlü bir şahsiyet olduğunu biliyorum ama kesinlikle onu bir İslâm önderi, bir uyanış lideri olarak kabul etmiyorum.

Taqiyye yaparak Şiîliğini gizleyip kendisini Sünnî olarak göstermesini doğru bulmuyorum.Sünnîler Müslüman değil mi? Din kardeşi değil mi? Onları kandırmak elbette doğru olmaz.

İran’ın Esedabad şehrine mensup olduğu halde yine taqiyye yaparak kendisini Afgan gibi göstermiştir. Bu da bir aldatma değil midir? Müslüman, Müslümanları aldatır mı?

Kaynaklar onun Mısır’da, “Kainat’ın Yüce Mimarına” inanan İngiliz mason locasına girdiğini ve sonra buradan atıldığını bildiriyor. Sebep: Hiç inancı olmaması imiş!..

İslâm dünyasının bugünkü kaosunda, kargaşa ve anarşisinde Afganî’nin büyük miktarda tuzu biberi vardır.Klasik geleneksel Ehl-i Sünnet Müslümanlığına karşı, ictihadın yaygın hale gelmesini, herkesi ictihad yapması tezini ortaya atmıştır.

Afganî, Sultan Abdülaziz zamanında İstanbul’a gelmiş, Darülfünun’da (Üniversitenin eski adı) bir konferans vermişti. Peygamberliği, çalışarak elde edilebilecek bir sanat olarak gösterdiği için de Osmanlı ulemâsının haklı ve yakıcı yıldırımlarını üzerine çekmişti. Osmanlı Devlet-i Aliyyesinin Şeyhülislâm’ı Hasan Fehmi efendi onu tekfir etmişti(kafirdir fetvası vermişti). Dersiam vekili Halil Fevzi efendi ise Afganî’ye karşı “es-Süyûfü’l-Kavati” isminde bir reddiye yazarak yanlış fikir, görüş ve iddialarını çürütmüştü. Bu konferans, Darülfünun’un kapatılma sebeplerinden biri olmuştur.

Afganî’nin İslâm düşmanı Ernest Renan’a reddiye yazdığı söylenir durur. Reddiye yazmamıştır, adeta onu doğrulamşıtır.
Kahire’de kaldığı yıllarda bir Müslüman mahallesinde oturmamış, Yahudi mahallesinde oturmuştur.

Uyanık ve şefkatli padişah İkinci Sultan Abdülhamid Hân hazretleri Afganî’nin menfi(olumsuz) bir şahsiyet olduğunu anlamış ve kendisine Teşvikiye’de bir konak vermiş, orada ev hapsinde (ama altın kafes içinde) yaşatarak mazarratına, fitne ve fesadına sed çekmiştir.

Bugün elimizde, Afganî’yi mahkum etmeye yetecek miktarda kitap, ilmî makale, belge, sağlam bilgi bulunmaktadır. Bunların sentezinin yapılması, ortaya ciddî, âdil, tutarlı bir dosya konması gerekmektedir. Afganî hakkında kesin gerçekler şunlardır:
1. Sünnî değildir, Şiî kökenlidir.Şiîliği de sosyolojik Şiîliktir.
2. Afgan değildir, İranlıdır.
3. Ateist olduğuna dair iddialar, karineler, büyük şüpheler vardır.
4. Ehl-i Sünneti ve Cemaati temellerinden dinamitleyen fikirler, tezler, görüşler ortaya atmıştır.
5. Yeterli ilmi, ehliyeti, icazeti olmayanların ictihad yapmalarını, ictihadın yaygın hale gelmesini teşvik etmiştir.
6. İslâm dünyasında terörizmi, siyasî cinayetleri teşvik etmiştir. Nasirüddin Şah’ı Afganî’nin bir hayranı ve müridi katl etmiştir.
7. İngiliz ajanı Blunt ile işbirliği yaparak meşrû Halife Sultan Abdülhamid’i tahtından indirme planları yapmıştır.

Bütün Ehl-i Sünnet ulemâsı, fukahası ona karşıdır.
Büyük fakih, büyük alim Yusuf İsmail en-Nebhanî onu yermiştir.
Keşif ve keramet sahibi mürşid-i kâmiller onun bozuk ve zararlı taraflarını Müslümanlara bildirmişlerdir.
Afganî’nin içyüzü hakkında derli toplu bilgi edinmek isteyenler… “Ehl-i Sünneti Müdafaa ve Bid’atleri Tenkit,C. 1″ adlı kitaptaki makaleyi okumalıdır. (Bedir Yayınevi, 466 sayfa. 5 TL. Telefon:                         0212/519 36 18       )

Afganî’nin menfi bir şahsiyet olduğuna dair Ehl-i Sünnet camiasında tevâtür derecesinde bir ittifak bulunmaktadır.
Ülkemizde bazı reformcu, kendilerine göre müctehid, yeni bir İslâm türetmeye çalışan; biraz mutezile, biraz Şiî yenilikçiler Afganî’yi göklere çıkartmakta, onu büyük mürşid ve rehber ilan etmektedir. Ona yöneltilen tenkitler için “Afganî’yi tenkit edenler onun taharet bezi olamazlar” denildiğini hatırlıyoruz.

Bendeniz sövülsün sayılsın demiyorum. İlmin, sağduyunun, Ehl-i Sünnet İslâmlığının, sahih vesikaların, doğru bilgilerin ışığında Afganî’nin içyüzü açıklansın diyorum.

Afganî efsanesi yıkılmalıdır.
Bu yıkım işi yapılırken haksızlık, adaletsizlik yapılmamalıdır.
Afganî, İslâm dünyasına bir ıslahçı, bir kurtuluş önderi, bir inkılâpçı olarak takdim edilmemelidir.
Bu konuda Müslüman fikir ve kalem erbabı, taharet bezi edebiyatıyla değil, çok ciddî, daha çok sâkin, çok seviyeli ve ilmî seviyede tartışmalıdır.

Onun, Allah’a inanan masonlar tarafından locadan atılması bile aslında yeterli bir delildir.
Gariptir ki, Mısırlı Masonların locadan kaydını sildikleri Afganî için Türk Masonları övgü dolu bir makale yayınlamışlardır.
Bir insanı mahkûm etmek için dosyasını bütünüyle ele almak gerekir. İşte bu yapılmıyor. Afganî hayranları, Afganî taraftarları bir tür avukatlık yapıyor, aleyhindeki iddiaları meskutün anh geçiyor.

Lütfen Afganî’yi âdil bir şekilde ele alalım, inceleyelim…O zaman gerçekler gün gibi ortaya çıkacaktır.
Ehliyetleri olmadığı halde bâtıl ictihadlar yapanlar onu çok seviyor, çok destekliyormuş. Bu çok tabiîdir.
Sünnîlerin bu zatı sevmeleri, desteklemeleri mümkün değildir. Yeterli bilgisi ve sezgisi olanlar ne demek istediğimi iyi anlar.
Afganî, Ehl-i Sünnet Müslümanlarına imam, önder, rehber, kılavuz olacak temiz bir şahsiyet değildir.
Bid’atçiler ve Masonlar onu çok seviyor ve tutuyormuş.Bu bizi bağlamaz.

Mehmet Şevket Eygi

Sözde İslam Alimi, İngiltere İçin Darbe Yaparken Öldürüldü; Ali Suavi ve Çırağan Vak'ası







Sözde İslam Alimi, İngiltere İçin Darbe Yaparken Öldürüldü; Ali Suavi ve Çırağan Vak'ası


Sözde İslam Alimi, İngiltere İçin Darbe Yaparken Öldürüldü; Ali Suavi ve Çırağan Vak'ası


Sözde Din Adamı, ilk Laiklik ve Türkçülük Savunucularından olan Ali Suavi, 39 yaşındayken İngiltere adına Sultan Abdülhamid'e darbe teşebbüsünde iken Yedi Sekiz Hasan Paşa'nın vurduğu bir sopa darbesi ile katledilmişti...


Osmanlı hafiyeleri derhal evine koşup eşini tutuklamak ve evdeki evraklara el koymak istediyse de, Ali Suavi'nin İn...giliz eşi çoktan evdeki evrakları yakıp Marmara açıklarında bekleyen bir İngiliz gemisi ile kaçmıştı...


Sorun şu ki; böyle bir Ali Suavi'yi bize kimler "büyük" alim, mütefekkir, aktivist olarak tanıttılar?

Ya da Said Nursi bile neden onu üstad bildi?

***


ÇIRAĞAN VAK'ASI


Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı tahttan indirip, Sultan Beşinci Murad’ı tekrar tahta geçirmek için yapılan baskın.


Sultan Abdülazîz Han zamânında yeni Osmanlılar cemiyetine giren Ali Suâvî, uzun bir müddet yurt dışında kaldı. Sonra memlekete dönüp, Galatasaray Lisesi Müdürlüğüne tâyin edildi. Mîzâc olarak meşhur olmaktan ve büyük mevkılere gelmekten çok hoşlanırdı. Her renge girerek çeşitli vazîfeler almayı denemiş, fakat başarısızlığı sebebiyle her seferinde vazîfesinden atılmıştı. Kendisi gibi, Sultan Abdülhamîd Han zamânında yükselmekten ümidini kesenler, onun etrâfında toplandılar. Düşünceleri; hastalığı sebebiyle tahttan indirilen Sultan Murâd’ı tekrar tahta geçirmekti. Filibeli muhâcirlerden etrâfına topladığı epeyce bir kalabalıkla 19 Mayıs 1878’de Çırağan Sarayına girmeyi başardı. Sultan Murâd bu sarayda olduğu için onu dışarıya çıkarmaya çalıştı. Bu sırada Beşiktaş’ın inzibat işleriyle görevli komutanı Mirliva Hasan Paşa topladığı askerlerle derhâl isyancıların üzerine yürüdü. Hasan Paşa, elindeki bastonu Ali Suâvî’nin başına vurarak onu öldürdü. İki taraf da silah kullanınca kan döküldü.


Silah sesleri Yıldız Sarayından duyulunca Sultan Abdülhamîd Han, Çırağan Sarayına asker sevk etti ve Sultan Murâd’ın kılına dokunulmamasını emretti. Ali Suâvî’nin adamlarından yirmi bir kişi ölüp, on yedi kişi yaralandı. Olay iki saat içerisinde bastırıldı.


Ali Suâvî’nin yalısında bulunan defter ve vesîkalar İngiliz olan hanımı tarafından yakıldığından, cemiyetine, hükûmet adamlarından kimlerin üye olduğu anlaşılamadı. Ancak saldırı sırasında sağ ele geçenler dîvân-ı harbe verilerek muhtelif cezâlara çarptırıldılar.


Basit gibi görünen bu küçük ihtilâl teşebbüsü, haklı olarak Sultan Abdülhamîd’i sıkı emniyet tedbirleri almaya sevk etti. Düşman orduları, sarayından birkaç kilometre mesâfede karargâh kurmuş, mümkün olabildiği derecede ülkesini ve menfaatlerini koruyabilmek ve Ayastefanos Antlaşmasını bozabilmek için diplomatik yolla bütün bir Avrupa’yla mücâdele eden Sultan’ı, bir gazetecinin, tahtından indirip yerine rahatsız olan ağabeyini getirmek istemesi, Abdülhamîd Hanı fevkalâde şaşırttı. Sultan alelâde bir gazetecinin böylesine bir işe cür’et etmesine inanamamıştı. Bu hareketin yurt dışında önemli bir teşkilâtın emri veya muvâfakatiyle yapıldığı tahmin edilmektedir.

Ali Süâvî’nin başarısızlıkla sona eren bu isyânından kısa bir süre sonra, ikinci bir Çırağan hâdisesi daha meydana geldi. Kleanti Skalyeri-Aziz Bey komitesi tarafından, 1878 Temmuzunda Sultan Murad, ikinci defâ Çırağan Sarayından kaçırılmak istendi. Bu komite, Sultan Beşinci Murad’ın hal’inden kısa bir süre sonra kurulmuştu. Komitenin birinci reîsi olan Kleanti Skalyeri, İstanbul’da Prodos mason locasının üstâdı âzamı idi. Üyelerinin büyük bir kısmı Sultan Murad taraftarlarından olup, diğerleri de memur sınıfından idi. İçlerinde yüksek devlet adamı yoktu. Kleanti, velîahdlığı zamânından beri Beşinci Murad’ın dostu idi ve saltanatını temin için bütün gayretiyle çalışıyordu. Komitenin ikinci üyesi Sultan Murad’ın annesinin câriyelerinden Nakşibend Kalfa idi. Masonların îtimâdını kazanan İbrâhim Edhem Paşanın sadrâzamlıktan azl edilmesinden sonra, bu komite kurulmuştu. Nakşibend Kalfa, devlet ileri gelenlerinden bâzılarını komiteye katmak için çalıştı, fakat başarılı olamadı.


Kleanti, Sultan Murad’la Çırağan Sarayında görüştü. Beşinci Murad’ın, durumundan şikâyet ederek milletin kendisini bulunduğu durumdan kurtaracağı günü beklediğini söylemesi üzerine, komite harekete geçti. İstanbul’un çeşitli semtlerinde duvarlara Sultan Murad lehine beyânnâmeler yapıştırıldı. Bir ara bu komite, Sultan İkinci Abdülhamîd’i öldürmek için harekete geçti, fakat gerçekleştiremedi. Şubat 1878’de hazırlanan plâna göre su yollarından Çırağan Sarayına girilerek Sultan Murad, önce komite üyelerinden Aziz Beyin evine getirilecek, oradan da halk ile bîat merâsiminin yapıldığı yerlerden birine gidilerek, ilgili ulemâ ve devlet erkânı da dâvet edilerek Sultan Murad tahta geçirilecekti.


Komite bu plânını gerçekleştirmek için müsâid bir zaman beklerken, Birinci Çırağan Vak’ası meydana geldi. Başarısızlıkla netîcelenen bu vak’a komiteyi yıldıracağı yerde daha da gayrete getirdi. Sultan Murad’ı kaçırmak çârelerini araştırmak için Aziz Beyin evinde çalışmaları hızlandırdılar. Bu sırada, Hacı Hüsnü Bey adında bir âzâ komiteyi ifşâ etti. Komite üyeleri kaçırma hâdisesini hazırladıkları bir toplantı esnâsında iken Aziz Beyin evi zaptiyeler tarafından basıldı. Kleanti, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkati yurt dışına kaçtılar. Kleanti, kaçarken bütün önemli evrakı berâberinde götürdü. Diğer üyeler yakalanarak serasker kapısında müteşekkil dîvân-ı harbe verildiler. Dîvân-ı harbin verdiği karâra göre Kleanti, Aziz Bey, Nakşibend Kalfa ve tabib Âgâh Efendi îdâma mahkum edildiler. Fakat Padişâh tarafından af olunarak cezâları on beş sene kalebentliğe çevrildi. Diğer âzâlar, komite ile irtibâtları ve faaliyetlerine göre sürgün ve hapis cezâlarına çarptırıldılar.


Birinci ve İkinci Çırağan vak’alarında ortak noktalar mevcuttu. İki olay da Sultan Murad’ı tahta geçirmek için düzenlenmiş, ikisi de ulemâ, ordu ve devlet erkânının iştirâki olmadan tertip edilmiştir. Ali Süâvî olayında rol sâhibi olan üç kişi aynı zamanda Kleanti komitesinin üyesidir. Ayrıca Ali Süâvî ve Kleanti masondurlar. Ayrı ayrı görünen bu iki Çırağan hâdisesinin yurt dışında önemli bir teşkîlâtın emri veya muvafakati ile yapıldığı tahmin edilmektedir.

ŞEHİTLERİMİZİN SORUMLUSU TÜRK ORDUSU DEĞİL, ABD İLE İŞBİRLİĞİ YAPAN AKP SİYASETİDİR, İŞTE KANITLARI

ŞEHİTLERİMİZİN SORUMLUSU TÜRK ORDUSU DEĞİL, ABD İLE İŞBİRLİĞİ YAPAN AKP SİYASETİDİR, İŞTE KANITLARI

01 Eylül 2011 Perşembe, 23:23 tarihinde ERDAL SARIZEYBEK tarafından eklendi
TBMM’den Irak’a sınır ötesi harekât tezkeresi geçti… O gün itibariyle teröristlerin konuşlu olduğu yerler Avaşin ve Basyan idi, gerçi bugün de oradalar ya…  Alınan istihbaratlar, teröristlerin sınır boylarındaki karakollara baskın tarzında eylem yapacağını gösteriyordu. İlk hedefte Dağlıca ve Aktütün vardı. İşte resmi, haritası, Dağlıca ve Aktütün’ün yeri ile hainlerin yeri:
Yıl 2007, 21 Ekim… Irak’a harekât tezkeresinin çıkarılışından dört gün sonra, Avaşin ve Basyan’da konuşlu teröristler Dağlıca Piyade Taburumuza saldırdı, 12 şehit, 6 Askerimiz ise hainler tarafından kaçırıldı ve Irak’a götürüldü…
SORU   : Hükümet 17 Ekim tezkeresini neden çıkardı?
CEVAP : Avaşin ve Basyan’daki teröristleri imha etmek için. Yani Hükümet, teröristlerin yerini ve eylem hedeflerini biliyordu…
SORU: Hükümet neden Irak kuzeyindeki terör inlerine harekât yaptırmadı, neden bu yetkiyi ordumuza vermedi?
CEVAP: ABD-Barzani ve Talabani ve de PKK istemediği için…
SORU: Hükümet tezkereyi ordumuza verip harekât yaptırsaydı, Dağlıca Baskını olur muydu?
CEVAP: Hayır…
SORU: O halde Dağlıca şehitlerinin sorumlusu kimdir?
CEVAP: Hükümettir…
SORU: Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Yasası’na göre hükümetin bu eylemi suç mudur?
CEVAP: Suçtur…
Yargılayın o zaman, ey adalet, yargılayın o zaman!
Vatan topraklarımızın Irak kuzeyinde konuşlu PKK denilen karma bir güç tarafından saldırıya uğrarken… Bu karma güç ABD-AB ve İsrail tarafından meydana getirilmişken ve de bu ülkeler Türkiye’ye karşı örtülü bir savaş yapmakta iken… Ülkemizin Başbakan’ı, sahip olduğu milli kuvvetleri kullanmak ve bu saldırılara en ağır cevabı vermek yerine, kalkmış, ne yapacağını sormak için ABD’ye gitmiş, oradan da “PKK müşterek düşman, anlık istihbarat paylaşımı” masalıyla geri dönmüştür…
Yine aynı Başbakan, elinde “halkın iradesi adına Irak’a harekât yetkisine sahip iken”, bu yetkisini kullanmamış ve kaçırılan askerlerimizin peşinden Türk Ordusu’nu göndermemiştir. Kahraman Mehmetçik, yine bu siyasetin desteğiyle başına çuval geçirilmiş olan kahraman Mehmetçik, Irak’a giderek PKK’lı ağabeyleriyle görüşme yapan PKK siyasetçileri tarafından yurdumuza geri getirilmiştir… Bu bir utançtır!
SORU: Hükümetin görevi nedir?
CEVAP: Türk milleti ve yurdunun, Türkiye Cumhuriyeti’nin hem tarihine sahip çıkmak, hem bugününe, hem de geleceğine sahip çıkarak, Türk yurdu ve Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak, ilelebet yaşatmaktır. İç güvenlikten ve milli güvenlikten doğrudan doğruya hükümet sorumludur.
SORU: Türk Ordusu’nun elini kolunu bağlayarak PKK terör örgütü karşısında savunmasız bırakmak suç mudur?
Ordumuzun bir piyade taburu saldırıya uğradığı anda, halk iradesi adına elinde bulundurduğu yetkiyi kullanmamak ve Irak’a harekât yaptırmamak suç mudur?
Türk yurdunun savunmasını, elindeki milli kuvvetleriyle yapmak yerine, yurdun savunmasını ABD’nin inisiyatifine terk etmek ve ondan aldığı talimatları uygulamak suç mudur?
CEVAP: Suçtur hem de anayasal suç!
Yargılayın o zaman ey adalet, yargılayın o zaman bu AKP siyasetini ve bu siyaseti uygulayanları!
Anlık istihbarat masalıyla ülkemize dönen ülkemiz Başbakanı, 1 Aralık 2007 tarihinden itibaren, ABD’nin sözde istihbaratıyla, Türk Ordusu’na talimat vererek Irak kuzeyini bombalatmaya başlamıştır. Terör sözde bitirilecektir... 1 Mayıs 2008 günü Türk Hava Kuvvetlerine bağlı uçaklar, yukarıda haritada gördüğünüz Basyan terör inlerini bombalar, ABD’nin verdiği istihbaratla. Bir hafta sonra aynı inlerden çıkan hainler Aktütün karakoluna saldırır, 6 şehit… Başbakan Erdoğan Türk Ordusu’nun harekât yapmasına yine izin vermez, vatan toprakları saldırıya uğradığı halde izin vermez!
Irak’a ABD istihbaratıyla bombalama devam eder… Yine aynı inlerden çıkan hainler 3 Ekim 2008’de bir kez daha Aktütün karakoluna saldırır, 17 şehit!
Başbakan Erdoğan’ın elinde Irak’ın kuzeyine harekât yapma yetkisi yine vardır, hem de TBMM’den alınmış, hem de halkın iradesi adına. Ama Başkan kara harekâtını yine yaptırmaz ve ülkemiz şehit haberleriyle yanmaya devam eder, hala da yanmaktadır…
SORU: Elinde vatanımız savunacak Türk Ordusu var iken, bu milli gücü kullanmayıp ülkemizi terör saldırılarına açık hale getirmek ve vatanımızı ve Türk Ordusu’nu savunmasız hale düşürmek suç mudur?
CEVAP: Evet, suçtur ve bu, düşmanla işbirliği yapmak anlamına gelir. Bunun da adı Türk hukukuna göre Vatana İhanettir!
Yargılayın ey adalet, yargılayın bizi hallere düşürenleri!
Bu ihanet siyasetini durdurun ey adalet, durdurun ve hesap sorun!
Gözlerini aç artık ey yargı, ey adalet, ey hukuk:
http://www.erdalsarizeybek.com.tr/makaleler/pkk-eylemleriyle-akpye-akp-mevcut-siyasetiyle-pkkya-hizmet-ediyor-acin-gozlerinizi-271h.html
Yıl 2010… Şemdinli güneyindeki Barzani bölgesi Hakurk’tan yola çıkan hainler, Şemdinli Mezargediğinde konuşlu bir piyade taburumuza saldırır, 11 şehit… Yine bu Başbakan hemen Şemdinli’ye gider, oradan da Mezargediğine… Yanında Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ vardır, her ikisi de bir savunma mevziine girer… Teröristlerin geldiği Hakurk’a bakmaya başlarlar… Başbakan teröristleri görmektedir, çünkü korunmak için eğilmiştir… Yanında ordumuzun komutanı vardır… Bu Başbakan, teröristlerin yerini bildiği halde, Ordumuza yine harekât izni vermez, aksine Alanya’ya tatile gider…
Ardından şehitler… Hakkâri’de, Çukurca’da şehitler… Yüksekova Şemdinli’de şehitler… Diyarbakır’da, Tunceli’de şehitler… Şırnak’ta, Mardin’de, Van’da şehitler…
Aç gözlerini ey halkım, aç artık gözlerini:
http://www.erdalsarizeybek.com.tr/makaleler/sehitlerimizin-sorumlusu-hukumettir-yargilayin-255h.html
Harekete geç ey MHP, ey CHP:
http://www.erdalsarizeybek.com.tr/makaleler/mhp-ile-chp-muhalefet-siyasetini-degistirmeli-ve-derhal-harekete-gecmelidir-270h.html
Şehitlerimizin hesabı dahi soramaz bir duruma düşersek eğer, bizi bu kutsal topraklarda yaşatmazlar:
Ve şehidinin hesabını soramayan bir Türk Milleti’nin de bu topraklarda yaşamaya hakkı yoktur!
Erdal Sarızeybek

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Merkez Bankası KİMİN?

Merkez Bankası Kimin?



Merkez Bankası Kimin?

"Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası" mı yoksa "Türkiye Cumhuriyet(İ) Merkez Bankası" mı?

O "i" harfi neden orada yok?

Önce resmi inceleyiniz...

___

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, 11 Haziran 1930 Tarih ve 1715 Sayılı Kanun (mülga) ile özel sermayenin de katıldığı bir anonim ortaklık olarak kurulmuştur.


Bu düzenlemeyle devletten ayrı ve bağımsız olduğu hususuna özel bir önem verilmiştir.

Bu amaç çerçevesinde, Banka'nın kuruluş kanunu tasarısında adı "merkez bankası" olarak öngörülmüşken, TBMM Komisyonu'nda uluslararası ilişkiler de düşünülerek "Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası" olarak değiştirilmesine karar verilmiş; banka'nın bağımsızlığını vurgulama amacı güdülerek "Türkiye Cumhuriyeti" ibaresine ve kısaltılmış şekli olan "T.C."ye özellikle yer verilmemiştir.

Kanun koyucu tarafından Banka'nın devlete ait bir kuruluş; bir kamu kuruluşu olduğu izlenimi vereceği endişesiyle " CUMHURİYETİ " ibaresinden özenle kaçınılmıştır.

NECİP FAZIL'DAN DİYALOGA REDDİYE

NECİP FAZIL'DAN DİYALOGA REDDİYE

Üstad Necip Fazıl’ın Dinler Arası Diyalog Yorumu

29 Nisan, 2007
Sizlere 1949′larda Necip Fazıl’ın dönemin diyalogcularına yazdığı bir makaleyi aktaracağım. Dinler arası diyalogun mazisinin bayağı bir eski olduğunu, her dönem kendine bir taşeron seçtiğini, ama diyalogun misyonundan ve manasından asla taviz vermediğini görmek şahsen bizi hiç şaşırtmadı.
Kovadis?
Türk Ocağı merkezine Patrik Athenagoras’ı davet eden Hamdullah Suphi Tanrıöver… Başlığının altında “doğruya doğru, eğriye eğri” ölçüsünü taşıyan, fakat hakikatte doğruya eğri, eğriye doğru demekten başka bir şiar taşımayan (Vatan) gazetesinin geçen Pazar günkü sayısında, baş sahifenin baş köşesini süslettiği şekilde, sözde memleket münevverlerini Patrik cenaplarının mihveri etrafında halkalandıktan sonra, aynı (Vatan) gazetesine göre aynen şöyle hareket buyurmuşlardır:
“Hamdullah Suphi Tanrıöver, bundan sonra, Patrik Athenagoras’ın gösterdiği yakınlıktan bahisle, Türk milletinin dinler ve milletler arasında yakınlık istediğini, Patrikhanenin Osmanlı İmparatorluğundan da eski bulunduğunu, Bizansın bir yadigarı olduğunu ve aramızda konuşulan eğlencenin yabancı gelmediğini, tek emelin Türkiye topraklarında müşterek bir kültür kurulması olduğunu, her iki milletin tarih bakımından çok eski olduklarını belirtmiş ve büyük mazinin mahfuz kalacağını söylerek şöyle devam etmiştir:
- Kendilerinin işgal ettikleri makam çok büyüktür. İnandıkları ve inandığımız yolda bütün Ortodoks aleminin faaliyette bulunması için, manevi nüfusları en büyük amil olacaktır!
Heeeeey, heeeeey, heeeeey, müslüman Türk topluluğu!!! “Türk Ocağı” gibi bir yaftanın altında veya maskenin arkasında, bu sözler senin yüzüne nasıl söylenebiliyor? Cedlerinin raşedar şehadet parmakları halinde göklere uzattığı minarelerle çevrili, İslamın Bizansa karşı tarihi zafer beldesinde, bir Hamdullah Suphi Tanrıövmez, resmen ve alenen, Patriğin manevi sahabetine nasıl sığınır, Patrikhanenin Osmanlı İmparatorloğu’ndan eski olduğunu niçin söyler, Bizansın bir yadigarı olduğunu ne yüzle telaffuz eder, aramızda konuşulan Eğlencenin yabancı olmadığını, yani ana dilimiz gibi bizden olduğunu ne cesaretle iddia eder ve tek emelinin Türkiye topraklarında müşterek bir kültür kurulması olduğu lafile acaba neyi kasdeder?
Patriklik makamını “çok büyük” sözüyle tazim eden Tanrıövmez, farkında mıdır ki, bu sözleri o da harp ve düşmanlık mevsiminde bulunmak şartı ile, ancak Türk düşmanı bir Yunanlı söyleyebilir? Amerika’daki dinler arası kongreye iştirak vesilesi ile Patriği tanıyan Hamdullah Suphi, yoksa Patriğin maiyetinde, Peygamber ve Şeriat farkı ihtilafını kaldırıp, sadece Allah’ın varlığı ve birliği üzerine müesses yeni bir din sevdasında mıdır ve bunun için mi eski ve malum Türk Ocakları Reisi cübbesine bürünmeye lüzum görmüştür?
Bütün maskeleri, bütün nesepleri ve iç yüzleri ile beraber çekip göstermek için, taraflardan tek bir karşılık bekliyoruz!
Tanrıövmezin evinde, böyle bir beynelmilelcilik cereyanının ilk kadrosunu çizen toplantının (Vatan) sütunlarında gördüğümüz fotoğrafında, meşhur avdeti Ahmet Emin Yalman’ın da manevi Bizans İmparatoru Haşmetlü 1. Athenagorasın solunda yer aldığını kaydetmek, davanın renk tonunu belirtmek bakımından faydalıdır!
Kovadis Tanrıövmez? Hiç olmazsa “Türk milleti dinler arası yakınlık istiyor!” tarzında bir iftira selahahiyetinden ve (Türk Ocağı) oyunundan vazgeç de, git dilersen kendine “Tanrıöver” in Eğlence karşılığını ruhanilik ismi olarak seç ve Türklük, Türkçülük iddiasını başkalarına bırak!
Yunanlılar, asılları kendilerinden olduğu halde, başımızda tuttuğumuz ve temsilciliğine göz yumduğumuz sizin gibi insanlar yüzünden mi yoksa, Türk çocuklarını hor ve hakir görmeye yeltendiler?

Necip Fazıl Kısakürek
27 Mayıs 1949
Hücum ve Polemik
(Büyük Doğu Yayınları, Eylül 1992 baskısı, sf:115-117)

DİYALOGÇULARA REDDİYELER - 6

DİYALOGÇULARA REDDİYELER - 6

İMAN – KÜFÜR    KARDEŞLİK -AKRABA – AŞİRET  
İslamda asıl olan din kardeşliğidir. Zira Kur’an –ancak mü’minlerin kardeş olduğunu- beyan etmektedir.
Dolayısıyla kardeşlik ve dostluk hukuku ancak gerçek mü’minler arasında cari olabilir. Gerçek iman sahibi olmayan iki yüzlü yapmacık Müslümanların birbirlerini kardeş gibi sevmeleri, Allah için dost olmaları asla mümkün değildir. Nitekim İslam aleminin hali ortadadır. Bir çok dini cemaat ve gurubçuklar, darmadağınık bir halde siyonizme yem olmuşlar, fakat yine de İslam için çalıştıklarını, gayelerinin de Allah rızası olduğunu söylemektedirler.
Özellikle bazı diyalog medfunları, işi o raddeye getirdiki, Müslümanları terk edip Yahudi ve Hıristiyanları cennete sokacaklar, onların rızasını tebriğini kazanmak için her türlü dalkavukluğu yapmaya çalışıyorlar. Bunların hidayeti için dua ederiz, değilse ıslahları için –kurdun ıslahı gibi- Allahu Teala ya yalvarırız.
Şimdi diyalog saçmalığına asla cevaz vermeyen dinimizin ilahi kelamından birkaç ayeti zikredelim. 

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا آبَاءَكُمْ وَإِخْوَانَكُمْ أَوْلِيَاءَ إِنِ اسْتَحَبُّوا الْكُفْرَ عَلَى الْإِيمَانِ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَأُولَئِكَ


هُمُ الظَّالِمُونَ

Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”  (Tevbe: 23)
İbni Abbas r.anhuma derki, bu ayetler Mekke’den hicret etmeyenler hakkında inmiştir. Hicret ayeti gelince onlar şöyle demişler: ‘Eğer hicret edersek babalarımızı, evlatlarımızı, akrabalarımız (la alakamızı) kesmiş oluruz, ticaretimiz gider, mallarımız helak olur, evlerimiz harabe olur, zararda kalırız.’
Denildiki Mekke’ye kaçıp dinden dönen dokuz kişi hakkında inmiştir. Onlarla dostluktan men edildiler. Onlarla dostluk yapmayın, onlar sizi imandan ve Allaha itaatten men ederler.  Onlar küfrü imana karşı sevmişler.
Allah için sevmek, Allah için buuz etmek imanda büyük bir asıldır. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Sizden hiç biri Allah için sevip Allah için buuz etmedikçe imanın tadını tadmış olamaz.”
Mücadele suresinin 22. ayeti de bu konuyu açıklar:
لاَ تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا آبَاءَهُمْ أَوْ أَبْنَاءَهُمْ أَوْ إِخْوَانَهُمْ أَوْ

عَشِيرَتَهُمْ أُولَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ اْلإِيمَانَ وَأَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا اْلأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا

رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا     عَنْهُ أُولَئِكَ حِزْبُ اللهِ أَلاَ إِنَّ حِزْبَ اللهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

 “Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları kuvvetlendirmiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın taraftarları olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın taraftarı olanlardır.” (Mücadele: 22)
Allah ve ahıret gününe iman eden bir topluluk, Allah ve Resulüne muhalefet eden bir topluluğu sevemez. Onlarla dostluk kuramaz. İsterse bu kimseler babaları, oğulları, akrabaları, kavmi, kabileleri olsun farketmez. Zira onlar din hususunda farklı olan kimseler ile kardeş değillerdir. Bu müminler için kalblerinde iman yazılmıştır ve Allah tarafından bir ruh ile kuvvetlendirilmişlerdir. Allah’ın yardımı ile hayat bulmuşlardır. Zira iman kalbin hayatıdır.
Onları, ağaçlarının ve köşklerinin altından dört nehrin aktığı cennetlere girdirecektir. Orada ebedi kalacaklardır. Ölüm, hastalık, fakirlik, yok olmak gibi bir korku yoktur. Allah onlardan iman ve taatleri sebebiyle razı olmuştur. Onlar da Allah’tan ikramlar ve mükafatlarla razı olmuşlardır. İşte bunlar Allah’ın ordularıdır. Dikkat edin Allah’ın orduları kurtulanlardır. Sevdiklerine zafer bulanlar dır. Şeytanın orduları ise mahrum olup rüsvay olmuşlardır.
Rivayet edildiki Ebu Bekir (Radıyellahu anhu) in babası Ebu Kuhafe, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e dil uzatmıştı. Bunun üzerine Ebu Bekir (Radıyellahu anhu) ona bir vuruşla vurdu. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki “Öyle mi yaptın?”
Dedi ki, ‘evet.’
Buyurdu ki, ‘öyle yapma!’
Ebu Bekir dedi ki ‘Allah’a yemin olsun ki yakınımda kılıç olsa idi elbette onu öldürürdüm.’ Bunun üzerine ayetler indi. (Daha sonra babası da müslüman oldu.)
İşte imanın kalbe yazılmasının neticesi….. Bunun karşısında kimse duramaz. Bu iman olmadıkça, kafirlere karşı mücadele etmemiz asla netice vermeyecektir. O halde kafirlerle diyalog işini acilen terk edip, Müslümanlarla kardeşlik hukukunu canlandıralım, hediyeleşip birbirimizi Allah için sevelim, kusurlarımızı karşılıklı olarak itirafd edip görmezlikten gelecek bir anlayışa ulaşalım, artık ondan sonra fetih kapıları açılır, biiznillah!... 

DİYALOGÇULARA REDDİYELER - 5

DİYALOGÇULARA REDDİYELER - 5


RESULULLAH S.A.V BÜTÜN ALEME GÖNDERİLMİŞTİR.

Bazı diyalogçular, Resulullah s.a.v in bütün insanları islama davet etmediğini, herkesin iman etmesinin lazım gelmediğin, islamın bunu emretmediğini v.s. şeyler sayıklamaktadırlar.

Bu gibi iftiralar karşısında, Kur’anın kesin hükümlerini zikretmekten başka yapacak işimiz yok.

Resulullah s.a.v in bütün aleme gönderildiğine dair ayetler:

En’am suresi: 19

    {وَأُوحِيَ إِلَيَّ هَذَا الْقُرْآنُ لِأُنْذِرَكُمْ بِهِ وَمَنْ بَلَغَ} [6/19]

Bu Kur'an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu.”


Furkan suresi: 1
    {تَبَارَكَ الَّذِي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلَى عَبْدِهِ لِيَكُونَ لِلْعَالَمِينَ نَذِيراً} [25/1]

Âlemlere korkutucu olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren Allah, çok yücedir.”

Sebe’ suresi: 28
    {وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ} الآية [34/28]
“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”

A’raf suresi: 158
    {قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعاً} الآية [7/158].
“De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın (gönderdiği) elçisiyim.”

Şu ayetlere insafla bakan ve kalbinde zerre miktarı iman olan insaf sahibi herkes, son peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve selemin, bütün aleme gönderilen Allah Resulü olduğunu anlar ve katiyetle buna iman eder.
Buhari hadisi şerifinde diğer peygamberlerden ayrı olarak kendisine 5 hususiyyet verildiğini bizzat açıklayan Efendimiz s.a.v, bunlardan birinin de “Bütün aleme gönderilmiş olduğu” dur.

Şimdi hangi felsefe ve mantık oyunuyla, yaldızlı sözlerle bu kati hükmü değiştirecekler, buna en ufak bir muhalefet bile insanı iman nimetinden mahrum eder. Çok iyi düşünmek lazım, ebedi hayatı zehir edecek şeylere aldanmamak lazım.

DİYALOGÇULARA REDDİYELER – 4

DİYALOGÇULARA REDDİYELER – 4


EHLİ KÜFÜRLE SAVAŞMAK NE ZAMANA KADARDIR?

Şimdi zikredeceğimiz ayeti kerime, Tevbe suresi 29. ayettir.
Bu ayeti kerimeyle islamın cihan şumul hedefi, kıyamete kadar devam edecek olan kaidesi beyan edilmiş oldu. Bu hüküm sonra gelen başka bir hükümle nesh edilmedi (kaldırılmadı) ğine göre, o halde kıyamete kadar yaşayan Müslümanların vazifesi bizzat Allahu Teala tarafından beyan edilmiş oluyor.
Hadisi şerifte cihadın kıyamete kadar devam edeceği, hiçbir adil veya zalim idarecinin bunu değiştiremeyeceği de beyan edilmiştir.
Tabiî ki cihadın değişik safhaları ve mevzıları vardır. Herkes kendi konumuna göre İslam için maddi ve manevi hizmetlerde bulunarak bu cihada ortak olmalıdır.

  {قَاتِلُوا الَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَلا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ

   وَلا يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ}

Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edin- meyen kimselerle, alçak olup kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”
Tefsirlerde şu açıklamalar var:
Allah ve ahıret gününe inanmayanlarla savaşın. Onlar Allah ve Resulünun haram ettiğini haram etmezler. Haram olduğu  kitap ve sünnet ile kesin sabit olan şeyleri. Onlar eski dinlerinin asıllarına inanç ve amel bakımından tabi olmazlar. Hak dini –islamı- din olarak kabul etmezler. Hak ehlinin itaatı gibi Allaha itaat etmezler.
Bunlar kendilerine kitap verilenlerdendir. Yahudi ve hıristiyanların imanı, iman sayılmaz. Bunlarla savaş, cizye vermelerine kadar devam edecektir.
Onlar cizyeyi zelil bir halde elleriyle teslim edecekler. Vergiyi ödeyen ayakta durur, binekten iner. Vergiyi alan müslüman oturur. Onu silkeyerek “Ey Allahın düşmanı! Cizyeyi öde” der.
Cizye ehli kitaptan alınır, arapların müşriklerinden alınmaz, onlar öldürür. acemler ve mürtedlerde aynı şekildedir.
Kötürüm, fakir, çocuk, kadın, köle ve insanlara karışmayan rahiblerden cizye alınmaz.
Zenginlerden senede 48 dirhem alınır. Her ay için 4 dirhem, orta hallilerden bunun yarısı 24 dirhem alınır.  Çalışabilen fakirden 12 dirhem alınır. (Bir dirhem 3,2 gramdır.)
Mektubatı Rabbani’de, İslam halifeleri tarafından cizyenin kaldırılması şiddetli şekilde tenkit edilmekte ve cizye alınmasının hikmet ve sebebleri açıklanarak, -onların devamlı korku altıunda hakir ve zelil olmalarıdır- denilmektedir.
Allah dostları ve ahıret alimleri böyle derken, şimdiki dünyacı ilim hırsızları ne derese desin hiçbir şey ifade etmez. Haktan öte dalaletten başka ne vardır….

DİYALOGÇULARA REDDİYELER – 3

DİYALOGÇULARA REDDİYELER – 3


EHLİ  KİTABIN  HAKKI GİZLEMESİ

Ehli kitabın, kendilerine bildirilen bir çok hakikatleri gizlemesi, Kur’anı Kerimde zikredilir. Bunlardan biri de Saff suresi 6. ayette zikredilir:


  {وَإِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَنِي إِسْرائيلَ إِنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ
يَدَيَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَمُبَشِّراً بِرَسُولٍ يَأْتِي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُ أَحْمَدُ}


Hatırla şu vakti ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın (gönderdiği) resulüyüm, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: Bu apaçık bir sihirdir, dediler.”

Bu ve benzeri bir çok ayeti kerime, ehli kitabın hakkı hakikatı gizlemedeki hilelerini açıklamıştır. Bu zalim herifler, asla kötü hallerinden dönmeyeceklerine göre, içlerinden bazısının hidayet bulması, onların genel olarak sapık ve lanetli olmalarını değiştirmez… taki ilahi emir gelene kadar İsa a.s. zuhur edip İslam tamamen hakim olana kadar bunlarla mücedelemiz devam edecektir.
Bu hakikatı kendi zanni uygulamalarıyla kimse değiştirmeye kalkmasın, veya bir takım tevillerle şimdiki ehli kitabın evvelkiler gibi olmadığını iddia etmesin. Aslına bakarsak şimdikiler evvelkilere taş çıkartıyor, öyleki bütün dünyayı kendi emirleri altına alarak kültür emperyalizmi ile insanlığı esir etmişler, maddi güç ile zulümlerini küfürlerini her yere sokmuşlardır.
Ehli kitab insaflı olsa, hayır sahibi olsa acaba dünyada aç ve açık kimse kalırmı, açlıktan susuzluktan kimse ölürmü. Böyle savaşlar olurmu.
Asla! Şu yaşadığımız dünyayı mazlumlara zehir eden, müslümana kan kusturan ehli kitab değimli?
Bunlar zikrettiğimiz ayeti kerimenin haberini –son peygamberi- gizlemekle en büyük ihaneti yapmış olmadılar mı?
Şimdi bunlara yağcılık yaparak “Herkesin Müslüman olmasını istemek islamın emri değilmiş veya tevhidin ilk kısmını söylemek yetermiş” gibi martavalları diline dolayan ilahiyatçı, müftü, prof. taifesine ne demeli. Elin gavuru kendi dini anlayışına göre mücadelesini ediyor, batılda devam ediyor, ya siz müslümanız dediğiniz halde bu gavurluk ne dir???