24 Haziran 2011 Cuma

Kayıp Mu Uygarlığı ve Dini

Kayıp Mu Uygarlığı ve Dini


Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış olan İngiliz araştırmacı James Churchward´ın incelemeleri neticesinde gün yüzüne çıkmıştır. İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward, 1880´li yıllarda Hindistan ve Tibet´te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakındaki ilk bilgileri edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika´da araştırmalarını tamamlayarak bu batık uygariık hakkında beş eser yazmıştır.
Churcward´ın kaynakları, Batı Tibet´te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından kendisine verilen "Naacal Tabletleri" ile, Amerikalı Jeolog William Niven´in 1921-23 yılları arasında Meksika´da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur.
Bilim dünyası, gerek Churchward´ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis´in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi ~ugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser bu batık kıta uygarlıklarının varlığı ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.
Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini, düşünebilen insan "Homo Sapiens"e bırakmıştır. Homo Sapiens´in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabui edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vernıiştir? Nitekim, günümüz bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürnıektedir.
Ancak, dünyanın geçirdiği tufan felaketi nedeniyle çok az belge ve bulgunun kalmış olmasına rağmen, bu belge ve bulgular, insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğunu ve hatta bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını ortaya koymaktadır.
James Churchward 1883´de, Batı Tibet´te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkarttı. Tibet´te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğruitusunda Tibet´teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet´te bir manastıra düştü. Bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward´a, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni gösterdi.
Rishi´nin Churchward´a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye olan Rishi´nin, başka kanallardan da olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir diğer kardeşlik örgütüne, Masonluğa üye olan Churchward´ı kendisine yakın bulduğu ve bazı sırların batı dünyasına açıklanması zamanının geldiğine inandığı tahmin ediliyor.
Rishi, bu düşüncelerle Churchward´a iki yıl boyurıca üstadlık yaptı ve sadece büyük rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin yazıldığı ölü dili kendisine öğretti.
Naacal dilini öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğultusunda batık kıta Mu ve uygarlığııtın izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren araştırnıa gezilerine başladı.
Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya´da, Avusturalya´da, Mısır´da incelemeler yapan Churchward´a yeni nur kaynağı Meksika´da parladı. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Meksika´da yaptığı kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu. Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika´ya gitti ve Tibet´te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Meksika tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük´yankılar getiren eserlerirıi yazdı.
Churchward ve Niven´in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırnıacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine işaret ediyor. Churchward´a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürnıektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu; zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluţturmuţtur.
Mu uygalığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır (8). Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır.
Mu uygarlığının ne zaman başladığı bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Meksika´da bulunanlar bu konuda aydınlatıcı olamadı. Ancak tabletler, Mu´nun kolonileşme ve uygarlığinın temelini oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini gösteriyorlar.
15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar biraraya geldi. Bu gazlar, güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları tıavayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yiikseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan ç~ktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.
Günümüzde geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli benzerlik tesadüf olamaz. Zaten, en az 70 bin yaşında olan bir uygarlıktan daha farklı bilgiler ummak da saçmalık olur. Mu uygarlığının ulaştığı seviyeyi gösternıe açısından bir başka kaynaktan yararlanalım. Günümüzden 3 bin yıl önce yazılmış Mahabharata´da, uzak geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif ediliyor: "Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi atıldı. Birden heryer karanlığa gömüldü. Daha sonra, gözleri kör eden bir ışık ve kulaklan sağır ederı bir gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük ısıda sular buharlaştı. Filler, atlar, insanlar bir anda kavruldn. Ağaçlar tamamerı yandı. Heryer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir avuç kül kalmıştı"...
Bu efsane, atalarımızın ulaştığı uygarlık düzeyinin yanısıra, onların dünyasının da bugün olduğu gibi, barıştan yana pek nasibini almadığını gösteriyor.
Mahabharata efsanesi ve Sodom ve Gomora´nın yokoluşu gibi diğer bazı efsaneler, Atlantis ve Mu kıtalarının batışı teorilerinden birisini destekler niteliktedir. Ancak bu konuya daha sonra değinileceği için şimdi, Mu uygarlığının yönetiliş biçimine ve bunun aracı olan ilk tek Tanrılı dine, "Mu Dini"ne göz atalım.
Mu uygarlığı bir imparatorluktu ve imparatorlann ünvanı, güneşin oğlu da denilen "Ra Mu" idi. Mu imparatorluğunun bir diğer adı da "Güneş İriıparatorluğu"ydu. Mu dilinde "Ra" kelimesi, giineş anlamına geliyordu. Mu´nun kolonisi olan Mısıi da da güneş tanrıya "Ra" adı verilmiştir. Ayrıca, kökleri Mu uygarlığına kadar uzandığı sanılan Japonya´da da imparatorun ünvanı "Güneşin Oğlu" dur. Bunun yansıra eski Maya ve İnka uygarlıklarında da krallar aynı ünvanı kullanmışlardır. İmparatorun altında, hem bilim adamı hem de rahip olan "Naacaller" bulunuyordu ve burılar yönetici sınıfı teşkil ediyordu. "Kutsal Sırlar Kardeşliği"nin üyesi olan Naacaller´in tüm dünyaya yaymış oldukları "Mu Dini", belki de insanlığın tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller bu dini, sıradan insanlara, anavatan ve koloniler halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ediyoriardı. Bu sembollerin Ezoterik anlamlannı sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ra-Mu bilmekteydi.
Naacaller´in sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Alaacal öğretisi, evrenin ortaya çıkışında en önemli görevin Tannnın geometri ve mimarlık vasıflarına düştüğünü öngörmektcydi. Mu dinine göre Tann o kadar kutsal bir varlıktı ki, doğrudan ağıza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan insanlar tarafından idrak edilemezdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani "Ra" idi. Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırıimış iddialann ve güneş kültü diye nitelendirilen inamşların kökeninde yatan olgu budur.
Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tann değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlannın kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde bu sembollerin kendileri putlaştı ve çok tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.
Semboller vasıtasıyla tek Tanrıya tapınımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu´nun kendisiydi. Ancak imparatorun hiçbir Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak "Güneşin Oğlu" ünvanını taşıyordu.
Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü açıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir.
Mu dini sembollerinin en önde geleni, ".Mu Kozmik Diyagramı"dır. Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin, "Ra"nın, yani tek Tanrının kollektif simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, içiçe geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün birarada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanriya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin birarada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu yıldızın herbir ucu bir fazileti remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka alemierin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durnıası gereken 12 kötü eğilimi simgeler. İnsan ruhu, diğer alemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.
Aşağı doğru inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırrrıanması gereken aşamaların ifadesidir. Ruh, en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele, yani Kamil İnsan´a ulaşmak zorundadır.
Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba, hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş ise, dişil sembolü de ay´dır. Kozmik diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgerıin ve üç sayısının Naacal öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş, ve aralarında ~lar boğazların bulunduğu adalar topluluğudur. Bu nedenle üçgen, hem Mu kıtasını, hem de, Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan südur eden İlahi Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının, varlığını insan üzerinde daima hissetfirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini remzeder. Bu sembol, Osiris iIe önce Atlantis´e buradan Hermes ile Mısır´a, Mısır´dan Yunanistan´a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar ulaşmıştır.
Birçok sembol gibi, Ezoterik Sırlar Öğretisinin üyelerini kabul ettiği inisiasyon törenlerinin kökeni de, Mu Naacal okulundadır. Değişik örgütlenmeler vasıtasıyla ´günümüze kadar ulaşmış bu inisiasyon töreninde aday, uzun bir hazırlık ve soruşturma döneminden sonra, layık görülmesi halinde kardeşliğe kabul edilirdi. Naacal kardeşlik örgütüne üyelerin seçilerek âlındıkları dışında, kabul töreni ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakta. Ancak, Naacal kardeşliğinin son durağı olarak da kabul edilebilecek Mısır´ın Hermetik kardeşliğine kabul töreninin Naacaller´in uyguladıkları törenden daha farklı olduğunu varsaymak için hiçbir neden yok. Bu törenin ayrıntılarına Mısır uygarlığını incelerken dönüleceği için, şimdi Naacal öğretisinin diğer kavramlarına geri dönelim.
Mu dininin dört temel kavramı vardır:
1-Tanrı tektir. Herşey ondan varolmuştur ve ona dönecektir.
2-Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.
3- Ruh, mükemmeliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.
4- Mükemmeliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir.
Naacal öğretisine göre, Tanrı, sevginin ta kendisidir ve tüm evreni de sevgi üzerine kurrrıuştur. Ancak bu evrensel sevgiyi kavrayabilecek vasıfta olan ruhlar ona geri dönebilecek yeterliliktedir. Bu vasıflara sahip bir insan olabilmek ancak Naacal kardeşi olmakla ve kardeşlerin de öğretiyi derece derece sindirmeleri ile mümkündür. Naacaller, yalnızca üstad rahiplerin bu aţamaya ulaţabileceklerini kabul ederler.
Naacal öğretisinin bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört temel gücün kainatı kaosdan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört temel güç, "dört büyük inşaatçı", "dört büyük mimar", "dört büyük geometri üstadı" olarak adlandırılır. Bu dört temel eleman, ateş, yel, su ve toprak´dır .
Semavi dinlerin doğuşu ile bu dört temel eleman, "dört baş melek" olarak adlandırılmışlardır. Naacaller bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize etmişlerdir. Jeolog Niven´in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan, kollanının dördü de aynı uzunlukta olanının dört gücün eşitliğini, uçları kıvrık gamalı haçlardan ağızlarr sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin ise kötülüğü simbelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapmış olan Hitler´in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük gamalı haçı seçmiş olması bir tesadüf değildir. İsa´nın da öğretisinde kullandığı haç sembolü aynı kaynaktan, Mu´dan gelmektedir.

17 Haziran 2011 Cuma

FALİH RIFKI ATAY NURAY MERT'E NE DERDİ

FALİH RIFKI ATAY NURAY MERT'E NE DERDİ
FALİH RIFKI ATAY NURAY MERT'E NE DERDİ
16.06.2011 17:15


Türkiye'den ne yaptığını bilen iki siyasi parti var: 1- BDP! 2- AKP!
Amaçlarını ve ne yapmak istediklerini bildikleri için -yani bir ideolojileri olduğu için!- başarılılar.
Geniş halk kütleleri ise uyumaya ve akıntıya sürüklenmeye devam ediyor. Daha da önemlisi CHP, ÖDP, KESK, EĞİTİM-SEN, TMMOB, TÜSİAD, yazar örgütleri vs. üykeyi ülke yapan "demokratik örgütler", Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğiyle ilgili ideallerini dolaysıyla yönlerini kaybettikleri için, bu güçlere, şu veya bu zamanda, şu veya bu biçimde malzeme olup amaçladıkları yolda bilinçli ya da bilinçsiz katkıda bulunuyorlar.
*
Bizim düşüncemize göre iktidara gelmeden önce neredeyse bitmiş olan bir sorunu, Türkiye'yi tehdit edecek bugünkü konumuna getirmeyi başaran AKP'ye üçüncü kez gani gani oy veren % 50 seçmen kitlemiz, önümüzdeki süreçte -Voltran'ın Suriye ayağına bakınca bunun pek uzun süreceğini sanmıyoruz- Türkiye'yi federasyon yapacak ve sonra bölecek görüşmelere ses çıkarmayacak.
*
Eski BDP Genel Başkanı Demirtaş, Hakkari belediye binası "Balkon!"undan yaptığı konuşmada, "Hükümet, artık devlet görüşüyor, şu görüşüyor, bu görüşüyor demekten vazgeçmeli, PKK ile doğrudan görüşmeler yaparak bu ülkede barışı sağlamalı, adımlarını atmalıdır." dedi.
BDP Genel Başkan Yardımcısı Filiz Koçali, "Biz biliyoruz ki özgürlük ilmek ilmek örülüyor. Başkan Apo ile dağlardaki kahramanlar da onurlu bir şekilde başları dik olarak aranızda olacaklardır." dedi.
Leyla Zana ise, "Türkiye ve Kürdistan'a teşekürler. Bizler ortaklığa geliyoruz. Biz diyoruz ki Kürtler bu devletin ortağı olacaktır. Kimse aksini düşünmesin. Bugün Kürtlerin ulusal birliğinin bayramıdır." dedi.
Altan Tan ise, "Kürtler artık kardeş olmak istemiyorlar, önce ortaklık sonra kardeşlik!" diye konuştu.
Bütün bu açık söylemler karşısında "Üç maymun"u oynayanların gözünü, kulağını, dilini Emine Ayna'nın dedikleri de çözmeyecekse daha söyleyecek bir şeyimiz yok:"Yüreklerimizdeki özgür ülke kurma yangını hiç bir zaman sönmeyecek!"
*
Her şey çok açık. "Barış!" denen savaşın aslında son tümce gerçekleşince sona ereceğini anlamamak için ne olmak gerekir acaba?
Ama Sayın Nuray Mert'in büyük bir iştahla, yukarıdaki görüşlerin sahiplerine kırmızı halı döşediği yazısında, hem tarihsel, hem sosyolojik gerçeklere ters, yalnızca tv ekranlarında bağırıp çağırarak ve dağdan kurşun sıkarak yaratılmış bilim dışı bu söylemlere ve amaca herkesin teslim olmasını önermesi, "Nuray Mert" tipolojisinin son tahlilde kimlere yaradığını ortaya çıkarıyor.
"‘Kürt siyasal hareketi’nin belirlediği Bağımsız adayların başarısının verdiği mesajın doğru ve hakkaniyetli algılanması, Türkiye’de demokratikleşmenin en önemli belirleyicilerinden biri olacak." (Milliyet, 14 Haziran)
Çok merak ediyorum, yukarıdakı niyet ve amaçları kuşanmış güçleri hangi taviz ve "demokratikleşme" adımıyla göğüsleyeceksiniz Sayın Nuray Mert! "Özgür Kürdistan"a ne kadar toprak verirsek -ve daha sonra yıllardır onları sömürdük diye ne kadar tazminat ödersek- "hakkaniyet"li davranmış oluruz!
*
Falih Rıfkf Atay, Batış Yılları kitabında şunları yazıyor: "Balkan devletleri Ekim ayında bize harp açacaklardı. Ama Temmuz ayında Hariciye Nazırı Asım Bey: 'Büyük devletler sayesinde Balkanlar uslanmışlardır!' diyerek Ordunun büyük bir kısmını terhis eder!
Oysa devrin gazete kolieksiyonlarını karıştırırsanız Balkan devletlerinin topraklarımızı pay etmek için bile aylarca tartışma ve çekişmeler yaptıklarını, büyük devletleri kendi yanlarına çekmek için aylarca gidip geldiklerini görebilirsiniz.
Ama biz sağır olmuştuk! Yanımızda pazarlık etseler duymayacaktık!"
(Batış Yılları, Pozitif Yayınları s.55-56)
*
Büyük güçler hem Suriye'den, hem Hakkari'den, hem Şırnak'tan, hem Diyarbakır'dan Türkiye'nin gündemine asılıyor; hatta belirliyor.
Ama bizi asıl korkutan, Sayın Başbakanımızın bu "Atlantik ötesi" güçlerin ülkemiz ve bölge halkları için ölümcül derecede tehlikeli faaliyetine heyecanla pas vermesidir.
Üzülerek belirtmeliyiz ki "% 50!"nin işsiz, eğitimsiz, yoksul çocukları bunun acısını çekecek!
Ahmet Yıldız
Odatv.com

ODATV'Yİ “YAKAN” BELGEYİ BULDUK

HİKMET ÇİÇEK: ODATV'Yİ “YAKAN” BELGEYİ BULDUK
HİKMET ÇİÇEK: ODATV'Yİ “YAKAN” BELGEYİ BULDUK
17.06.2011 13:06


Odatv’nin bilgisayarına giren “F Tipi” farenin, “Ulusal Medya 2010” “000KİTAP”, “Hanefi”, “Nedim”, “Şık-Sabri kitap” vb. gibi adlandırılan word dosyalarını bilgisayara bıraktıktan sonra olanları biliyorsunuz. 14 Şubat 2011 günü başlayan operasyonlardan sonra, malum cemaatin kalemşorları bu sahte belgeler üzerine günlerce, haftalarca yayın yaptılar, yazdılar, çizdiler, konuştular. Odatv’nin kurucu, yönetici, editör ve yazarları aylardır hapiste. Ortada henüz iddiame bile yok. Odatv’nin Silivri’deki 7 mensubu hala “şüpheli”, eski deyişle “zanlı” durumundalar. Televizyonlarda bilmeden ahkam kesenlerin dediği gibi henüz “sanık” değiller.
Peki bu insanlar savunmalarını nasıl yapacaklar? Evlerinde, işlerinde, bilgisayarlarında “ele geçirilen” belgeler üzerinden mi?
Hayır! Bunu yapamayacaklar!
Çünkü mahkeme bu operasyonlar hakkında “kısıtlılık” yani gizlilik kararı verdi. Şüphelilerin avukatlarına verilen belgelerin imajları bile geri alındı. Bırakalım diğer şeyleri “İmamın Ordusu” kitabının taslaklarının harıl harıl nasıl arandığı daha unutulmadı.
ÇOKTAN SERVİS EDİLDİ
Bu sözde belgelerin başta geleni “Ulusal Medya 2010” adı verileni. Kovuşturmayı yürüten polisin “inceleme tutanağı” bu metni, “Ergenekon Terör Örgütünün medya yapılanmasının güncel stratejisini ortaya koyan bir doküman” olarak yorumluyor. “Örgütün medya yapılanmasını yeniden şekillendirmek amacıyla hazırldığı” ileri sürülen “Ulusal Medya 2010; Gözlem/Analiz/Strateji/İstanbul/ Temmuz 2010” adlı belge de “gizlilik” kapsamında. NE tutuklulara ne de avukatlarına verildi.
Onlara verilmedi ama piyasada kitap halinde satılıyor!
Aytekin Gezici adındaki uyanık bir zerzevatın imzasıyla “İmamın Ordusu / Son Sığınak” adlı kitaptan, “Ulusal Medya 2010”un ne dehşetengiz bir belge olduğunu öğreniyoruz. Elbette yapılan “büyük gazetecilik başarısı” falan değil. Birileri “al şunu dağıt” demiş, Gezici de kitap yazmış. Yandaş dünyada kitaplar artık böyle yazılıyor.
‘İLLEGAL YOLLAR’
Gelelim “örgütün ana dokümanı” denilen “Ulusal Medya 2010’a.” “Ergenekoncular” tarafından hazırlandığı iddia edilen metin daha “giriş” bölümünde şöyle keskin bir cümleyle başlıyor: “Ergenekon Davası gibi siyasal komplolar/ihanetler ise; Cumhuriyet tarihinde karanlık bir sayfa olarak yerini alacaktır. Kemalist ideolojiyi savunan aydınların, asker, sivil bürokratların ve iş dünyasının tarihe karşı sorumlulukları, emperyalist güçler ve işbirlikçilerinden karanlık sayfaların hesabını legal-illegal yollarla sormaktır.”
“... Ulusal medyaya, karşı devrim güçlerinin ifşa edilmesi, yaptırılması, yıldırılması bağlamında hayati görevler düşmektedir.”
TUNCAY GÜNEY REFERANSI!
Ergenekon tertibi daha hayata geçirilmeden, sahte haham Tuncay Güney’in hazırldığı uydurma belgeler, “Ulusal Medya 2010”un “referanslar” bölümünde yararlanılan kaynaklar olarak gösteriliyor: “Ergenekon; Analiz, Yeniden Yapılanma, 29 Ekim 1999, İstanbul”, “Kanal 6 Analiz; İstanbul, Kasım 1999, “Lobi; Aralık 1999, İstanbul”, “Ulusal Medya; İstanbul, Eylül 2000”, “Cumhuriyet Gazetesi; Reorganizasyon çalışması, 2001”, vs...
HEDEFİ ODATV
“Ulusal Medya 2010”u imal edenlerin esas hedefinin Odatv operasyonu olduğu metnin hemen her satırına yansımış. Sahte belge, “Ben bu operasyon için üretildim” der gibi neredeyse bağırıyor: “Ulusal medyanın yeniden inşasında... internet medyası da bu oluşum içerisinde önemli bir yer tutumaktadır.”
Oda TV oluşturulması zorunlu Ulusal Medya’nın internet medyası kanadını temsil etmeye uygun bir isimdir. Görsel yayın kanadını ise Perinçek Grubunun Ulusal TV’si, Avrasya TV, Kanal B gibi kanallar yazılı basın kanadını Cumhuriyet ve Aydınlık gibi yayınlar oluşturabilir. Ancak bu medya organlarının bünyesinde de ameliyat zorunluluğu vardır. Ergenekon Davası bunları yıpratmış, geniş halk kesimlerine ulaşmasının önüne geçilmiştir. Eğer gerekli ameliyat yapılmaz ise Türk halkının kemalist ideoloji çerçevesinde birleştirilmesi gerçekleştirilemez.”
“Ancak objektif ve bağımsız olarak lanse edilen ve CHP’nin gücünü arkasına almış bir Halk TV ile aydın çevrelece kabul görmüş , Oda TV ve Sözcü Gazetesi gibi yapılandırılmış bağımsız olarak gösteriler okuma ve izlenme oranları yüksek yayın organları geniş kitleleri ulusal çıkarlar doğrultusunda hareket edecek bir platformda toplayabilir. Kemalist ideoloji çerçevesinde Türk halkının birleşmesini sağlayabilir.”
SEN MİSİN AKREDİTE YAPAN
“Türk Silahlı Kuvvetleri yeni oluşum medya yapılanmasına karşı bir tutum geliştirememiştir... Ancak Kemalist çizgide yayın yapan medya organlarına sahip çıkmaktadır. Oda TV’nin akredite olarak desteklenmesi bunun en büyük göstergesidir.”
DOĞAN GRUBU AMAN!
“Doğan Grubu, AKP hükümetinin baskılarından kaynaklanan ticari kaygılarından dolayı, AKP ile irticai gruplara tavizler vermesine rağmen, yayınlarına büyük oranda istenen çizgide devam etmektedir.”
TRT’DE TEMİZLİK BİTMEMİŞ
“AKP ve cemaatin TRT içerisindeki kadrolaşmasıyla TRT üzerindeki kontrol azalmıştır. Ancak TRT içerisinde halen görev yapmakta olan Kemalistler baskı ve tehditlere rağmen ulusalcı medya organlarına destek vermeye devam etmektedirler.”
HİÇ DEĞİŞMEDİ
Türkiye’deki Gladyo destekli Amerikancı iktidarlar yarım asır boyunca yoğun bir antikomünist propaganda yaptılar. Yalan haberler yaydılar, sahte “komünist” belgeler ürettiler, sayısız kitaplar yazdırdılar. Amaç, sosyalizme düşman bir kamuoyu imal etmekti. Değişen hiçbir şey yok. Yine Gladyo desteğinde aynı marifetler, bu kez yalnızca sola karşı değil bütün vatanseverlere karşı tezgahlanıyor.
Hikmet Çiçek/Aydınlık 
Odatv.com
Yazışma Adresi:
Hikmet Çiçek
1 No'lu Kapalı Cezaevi
F/7 Silivri/İstanbul

İSRAİL'E EN İYİ NASIL HİZMET EDERİZ

İSRAİL'E EN İYİ NASIL HİZMET EDERİZ

İSRAİL'E EN İYİ NASIL HİZMET EDERİZ
16.06.2011


Amerika ve İsrail Suriye'deki yönetimi alt üst etmek ve Suriye'de kaos
peşindedir. Suriye'nin bertaraf edilmesi, Lübnan Hizbullah'ını
bertaraf etmek demektir. Yani İsrail'in iki cephede güçlü hale
getirmektir.
Suriye içindeki her türlü kaos İsrail'in işine gelir.
Böylece, İsrail bölgede izole edilmekten kurtulur. Eğer İsrail ve
Amerika Suriye'nin sert çekirdek olma konumunu Türkiye eliyle bertaraf
ederse, İsrail'e bağımlı bir Filistin'i de artık kurabilir.
Suriye'yi Türkiye eliyle etkisizleştirmek, Ortadoğu'da İsrail'e cennet
hazırlamaktır.
Suriye'ye yapılan baskı, İsrail'i rahatlatmak içindir. Türkiye'nin
muhtemel müdahalesini de, insani müdahale, demokratik müdahale, ya da
Türkiye'ye toprak kazandıracak bir kazançmış gibi bakmak yanıltıcıdır.
Suriye'yi zayıflatmaya yönelik tüm çabalar, İsrail'in işine yarar.
Irak'ın bölünmesi de bu amaç içindi. Suriye'nin bölünmesi de bu amaç
için yürütülüyor.
Dikkatinizi çekmiştir. Suriye'de olaylar çıktığından beri, İsrail'in
hiç sesi çıkmıyor. Hatta Suriye'deki olaylar ile kendisinin hiçbir
alakasının olmadığını beyan ediyor.
Amerika ve İngiltere tarafından, Suriye'nin karıştırılması işinin
Türkiye gizli servislerine havale edildiği, işin finansmanının da,
Suudi Arabistan tarafından karşılanacağı anlaşılıyor.
Batının şimdiki planı; Suudi Arabistan'ın para desteğinde, Türk
askerini kullanmaktır.(Soroz, en iyi ihraç ürünümüzün, Ordumuz
olduğunu söylemişti.)
Gelin birlikte asgari bir tahmin yapalım.
Türk Ordusu Suriye'ye girdiğinde, Türkiye hangi askeri, siyasi ve
ekonomik sonuçlar ile karşılaşır?
1-   Henüz girmeden karşılaştığımız birinci sorun, Suriye ile
ticaretimiz durmuş durumdadır.
2-   İran ve Rusya ile ticaretimiz durur.
3-   Zaten Avrupa kriz içinde ve Avrupa'nın kendine hayrı yok.
4-   İleride İran ile kapışmanın kilometre taşlarını da döşemek demektir.
5-   Güneydoğumuzun bu müdahaleden nasıl etkileneceği ve bu etkilerin de
sonuçları bu günden tahmin edilemez.
Rusya'ya mal satamayan bir Türkiye, enerji(gaz) bedellerini nasıl
karşılar. Nasıl cari açığını başa bela olmadan sürdürebilir?
Diyelim ki, Suudi Arabistan'dan sıcak para gelmeye devam etti. Bir
ekonomi, üstelik de askeri masrafları artmış bir ekonomi, ila nihaiye
sıcak para ile devam edebilir mi?
40 milyar metreküp Rusya'dan, 10 milyar metreküp İran'dan gaz
alıyoruz. Elektrik üretiminin %50'si doğal gaz'a dayalıdır. Rusya ile
ticaret durursa gaz parası nasıl ödenecek?
Suudi Arabistan'da gaz yok, Petrol var.
Amerika ve İsrail adına Osmanlı kurma macerası bize çok pahalıya mal olabilir.
Not. Dün toplanan Şangay İşbirliği Örgütünün NATO'ya ve Amerika'ya
destur çektiğini de unutmayalım.

Bülent Esinoğlu

Odatv.com

NİHAT GENÇ’İN BALKON KONUŞMASI

NİHAT GENÇ’İN BALKON KONUŞMASI
NİHAT GENÇ’İN BALKON KONUŞMASI


17.06.2011 12:56


Türkiye’de mahküm sayısı yüzyirmi bin kadar olsun oy alamayan bütün küçük partilere, önümüzü açtınız, Allah sizden razı olsun, siz gerçekte bir vızıltıydınız, olsun, seçim günlerinde sizlerin vızıltıları çok işe yaradı, vızıltılarınızı ‘eşkıya’ yapıp manşetlerimize taşıdık, savcılarım ve polislerimle hepinizi kucaklamaya devam edeceğim..
Beşyüz milyar dış borç, yüzde elli oy, gelecek seçimde bir trilyon dış borç yüzde doksan dokuz oy, istikrar sürüyor, Türkiye büyüyor..
Bernanke’nin para musluklarını kısacağı kabusları yazan ekonomistler çok daha avuçlarını yalar, istikrar, tüm milli direnişler kırılıncaya kadar, birkaç yıl içinde Suriye, sonra İran, Fas’tan Pakistan’a bir ‘sivil, ileri demokrasi cenneti olana kadar’ sıcak para akacak. Dış borç alıp vatandaşa ev satıyoruz, dış borç alıp kurbanlık inek ithal ediyoruz, istikrar sürüyor Türkiye büyüyor, tek bir çobanı olmayan ülkede endişeniz olmasın kurban bayramlarınızda her köyde her kasabada kavurmalarınız eksik olmayacak, milli irade, halkın iradesini tüm dünyaya gösterdiniz..
Yüzde elli oy’u havai fişekleriyle kutlayan bağımsız özgür medyamız, Hanefi Avcı bir kitap yazdı diye aylarca karalama yazıları yazdınız, adamı sırf bir kitap yazdı diye içeri tıktınız, sizlere bir teşekkür yetmez…
Ahmet Şık’ı, kitabını dahi bitirmeden enseleyip bilmem hangi terör örgütünün kanlı üyesi yapmayı birkaç haftada başardınız, Allah hepinize gönlünüze göre versin..
Yüzde elli oy aldığına göre Nedim Şener’i de artık hepten görmezden geliriz, yeter ki istikrar sürsün..
Soner Yalçın ve Barışlar ne kitap yazdı ne de hazırlığı vardı, sadece bilgisayarlarına bir e-mail atıldı diye yaka paça yakalayıp kodese tıktınız, yetmedi binlerce evet onbinlerce TV programı yapıp her biriniz ayrı iftiralarla boğdunuz öldürdünüz kirletip çöpe atmayı başardınız, bu ülke sizlerin canhıraş gayretlerinizi unutmayacak…
Daha birkaç gün önce kaset skandallarıyla MHP’ye saldıran cemaatçiler ve AKP, bugün ne çok çalışmış mış lar, Türkiye için ne fedakarlıklar yapmış mış lar diye ballandırarak anlatan medyanın tüm onurlu yazarları, zafer sizindir, artık tıksırıncaya kadar yiyin efendiler, bu hanı iştaha sizin..
Ey medyanın dev özgür bağımsız yazarları, AKP’nin ilk iktidar günlerinde AKP dünyaya açılıyor AB’ye giriyoruz, CHP ise AB’ye karşı, kendine ders çıkartsın CHP içine kapanmasın dünyaya açılsın diye onbinlerce yazıyla dersler verdiniz Türkiye’ye..
AKP’nin ikinci iktidarı başlarken AKP açılımları başlatıyor Kürt Sorunu’nu çözüyor, CHP ise ağzına Kürt kelimesini almıyor diye Türkiye’ye ve CHP’ye dersler veren onbinlerce makale yazdınız..
Şimdi AKP’nin üçüncü iktidarında ders vermeye devam ediyorsunuz, şimdi de AKP anayasa hazırlayacakmış CHP destek versin akıllarına başladınız, yani yine oyu yağı böreği alan siz ceremesini çeken yine dayağı yiyen CHP mi olacak…
Birinci iktidarında AKP’nin tek vizyonu AB’ydi, giremedi, ikinci iktidarında vizyonu ‘açılım’dı, Habur’da rezil oldu, üçüncü iktidarında şimdi Anayasa yapacakmış, yapar yapar bu yazarlar varken uzay projeleri dahi yapmadı mı?
.BDP’lilerin pazarlığı nerden tuttuğu ortada, Kürt sorununa koyduğu rayiç el yakıyor kimse yanaşamıyor, birkaç aya kalmaz, bu üçüncü vizyon döneminizde de hiç şüpheniz olmasın istikrar sürecek Türkiye büyüyecek ve sizler ‘yeni vizyonlarınızla’ tatlı ballı kaymaklı ekranlı hayatlarınızı non stop devam edecek yüzde ellileri çoktan buldunuz, Allah eksik etmesin..
Ve şüphesiz, korkudan donuna işeyip reklamı selamı sabaha kesen bütün işadamlarınıza da ayrı ayrı teşekkür ediyorum..
ODA TV’ye ödül verip sonra karalama kampanyası başlar başlamaz korkudan donuna işeyip ödülü geri alan gazeteciler cemiyetine de gösterdiği insanlık ahlak ve vefa’dan dolayı ayrıca teşekkür ediyorum..
Üniversitelerde kendi paramla gidip geldiğim hiçbir aşamasında tek kuruş para almadığım ancak tıka basa doldurduğum konferanslarıma izin vermeyen rektör ve dekanları ise gerçekten kutluyorum, aferin iyi iş yaptınız, artık yüzde elli oy bütün günahlarınızı affettirmiştir..
Çalıştığım TV’leri basan polisleri tek tek tebrik ediyorum, onlar zaten Roma’dan beri emir kulu, Allah emirlerini kulluklarını arttırsın..
Çok yüksek dinlenme oranlarına rağmen hükümetin vergilerinden korkup işime son verdiği için asla değil bir telefon bir merhaba bir açıklama dahi yapmaya cesaret edemeyen büyük TV patron ve yöneticilerini ise bu vesileyle kutluyorum..
Çalıştığım TV’yi digitürk 36 numaradan bir gecede kaldırıp yerine bir gecede Melih Gökçek sahipliğinde bilinen Beyaz TV’yi yerleştiren Digitürk’tün reklam ve tanıtımdan ve promosyondan ve yurtdışı tarife indirimlerinden sorumlu yetkililerine ayrıca teşekkür ediyorum..
Çanak anten yayınlarını belediye imkanlarıyla yasaklayan olmazsa frekans ayarlarıyla her hafta yorulmadan bozan oynayan belediye ve adını bilmediğim cemaatin cinlerine Türkçe olimpiyat ödülleri vermek boynumun borcu olsun..
Yeni çıkan kitaplarımdan tek satır bahsetmeyen medyanın ahlaktan medeniyetten insanlıktan ve adaletten sorumlu kültür müdür ve yazarlarına özellikle tek tek teşekkür ederim..
ODA TV’de çalıştığım yedi arkadaşımı aylar geçmesine rağmen iddianamesi yazılmadan aylarca hapiste tutan savcılara, ayrıca ekranlarda iddialar var efendim iddialar diye veryansın eden yazarlara ve arkadaşlarım içeri atılınca zınk diye kilitlenip susan onca vahim iddiayı bugüne kadar tek satır dile getirmeyen özgürlükçü ve demokrat kalemlere ise: sizlere hayranım bir insan evladı bu kadar şerefsiz nasıl oluyor sonunda ben de anladım, yüzde elli oyla olunuyormuş..
Yıllar önce Maliye Bakanı Unakıtan’ın mikrofonu açık kalıp Türkiye’nin duyduğu YÖK Başkanı aleyhindeki sözleri aynen ekranda söyledim diye, beş milyar tazminatı benden, ifadem alınmadan nasıl oldu anlayamadan çalıştığım yayınevi ve TV’nin muhasebesinden bir günde almayı başaran YÖK başkanının acar avukatlarına, hızlarına gayretlerine tane tane teşekkür ediyorum, çünkü lafı söyleyen Unakıtan tazminatı ödeyen ben oldum..
AKP’nin ikinci iktidarının Anayasa taslaklarının konuşulduğu günlerde, Tanzimat’tan beri bizim anayasa yapıcılar batıdan kesip kopya yapıştırıp anayasa yaparlar, diye bir cümle kurdum diye, yetmiş milyarlık tazminat davası açan, ünleri dünyayı sarmış büyük anayasa profesörlerine sadece teşekkür yetmez ayrıca ellerini öper başıma koyarım..
Telefon kayıtlarımızı saniye saniye dinleyenlere savcı ve siyasi iktidara ve medyaya bakın bir bok çıkar mı diye servis edenlere teşekkür az kalır, dinleme yetmediği gibi, gittiğim kahveye gelip yan masada kim geldi kimle konuştu diye yıllardır usanmadan oturup bizi bekleyen kamu düzeninin organizenin tüm sivil görevlilerine tek tek teşekkür ederken, bir küçük ricamı dile getirmek istiyorum, bir suçluymuş gibi benimle göz göze gelmemeye çalışmayın, biliyorum sizin de çocuklarınız var siz de ev geçindiriyorsunuz..
Belediye festivali ya da özel günlerde üçüncü sınıf pavyon şarkıcılarına dahi on milyar yirmi milyar gibi paralar ödeyip ve binbir rica ve araya adam koyup bizleri davet edip sonra bir kuru fasulye yedirip otobüsle geri gönderen belediye başkanlarının tümüne birden büyük saygılarımı iletiyorum..
Hemen her üniversitede öğrenci anketlerinde adım ilk sırada çıkmasına rağmen sıra ödül vermeye gelince üniversite yönetiminin ısrarıyla ödülleri hep zararsız emmeye gömmeye müsait şöhretlere iftiharla vermeyi gelenekleştiren tüm idarecilerine sırf ekranlarda adları duyulsun diye organize ettikleri bu insanlık görevlerinden dolayı kutlar, ayrı ayrı öperim..
Kürt milliyetçiliği tehlikelidir deyip topa girmeyi red ettiğimiz için bizimle selamı sabahı kesen devrimin büyük yoldaşları onlarca yılın arkadaşlarına, sizlere en ayrıntılı teşekkürlerimi anılarımda tek tek düşünüyorum..
Eleştirel bir cümle içinde ‘herifcioğlu’ diye bir sıfat geçirdiğim için yetmiş milyarlık tazminat davası açan Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ise yurdumuza döner dönmez ilk karşılayıp kucaklamak ne haddime ben ettim sen etme diye önünde diz çöken ben olacağım, yani herif dedim diye az daha Silivri’deydim, hala tehlike geçmiş değil dava sürüyor Türkiye büyüyor..
Rekor izleyici sayısına karşın oyunumu iptal eden ve en parasız günlerimde on milyarıma oturup üstelik yüzsüzlükle korsan kitabımı da basan yayıncılarım, sizleri bu satırlarda harcamak istemem, hepinizi gün gelir ben de kucaklarım…
Yayınlarımız karartıldıkça itildikçe örtüldükçe susturuldukça sevinen medyanın bağımsız özgürlükçü yazarları, Eylül ayına kalmaz, hepinizin duyabileceği görebileceği Digitürk’ten bir kanaldan kaldığım yerden yayınlara başlıyorum, teşekkürlerime artık oradan devam ederiz, saygıyla..
Nihat Genç
Odatv.com
 

AKP'NİN OYU YÜZDE 30'UN ALTINDADIR

AKP'NİN OYU YÜZDE 30'UN ALTINDADIR
AKP'NİN OYU YÜZDE 30'UN ALTINDADIR


16.06.2011


Seçim gecesi, saat 19 civarı, CHP Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum imzası ile, sandıkta görevli partililere gönderilen, cep telefonu iletisi aynen şöyleydi;
"Saygıdeğer sandık sorumlumuz;
Genel merkezimize gelen sandık sonuçları ile basında açıklanan sonuçların çok farklı olduğu görülmektedir. Lütfen sandıklarınızı terk etmeyiniz. Mutlaka, ıslak imzalı sandık tutanaklarınızı ilçe merkezlerimize ulaştırınız.
Bu konuda göstereceğiniz hassasiyetin, ülkemizin geleceğine katkı yapacağını unutmayınız. Saygılarımızla."

Oy kullandığım sandığın sonucunu öğrenmek için beklerken, CHP sandık görevlisine geldi bu ileti. Benim sandıkta CHP 179, AKP 41, MHP 37 idi. 6 adet de bağımsızlara çıkmıştı. "İŞ bitti" dedim içimden ve eve TV başına döndüm.
Kameralar CHP Genel Merkezini gösteriyor, dev ekrandan yansıyan sonuçlar geldikçe coşku artıyordu. Biliyorsunuz bu coşku ilerleyen saatlerde hüzne dönecekti. Nitekim saat 21 civarında AKP oylarının oranı yüzde 56'lara kadar çıkacak sonra 49.9'a inecekti. CHP ise 25.9... Bunlar Yüksek Seçim Kurulu tarafından açıklanan resmi sonuçlardı. Türkiye yeni bir demokrasi sınavına girmiş, işte bunu da başarıyla, yüzünün akıyla sonuçlandırmıştı. Acaba öyle mi? Millet iradesi, böyle tecelli etmişti. Halk AKP'yi seçmişti. Peki bu bir gerçeği mi yansıtıyordu acaba?
Bir ay kadar önce Giresun'da idim. Daha önceki seçimde AKP 4-1 almıştı seçimi. Şimdi milletvekili sayısı 4'e düşmüş ilde, milletvekilliklerinin 2-2 olması neredeyse kesindi! CHP'liler "şu an öndeyiz, az daha zorlarsak 3 -1 almamız muhtemel" diyordu. 2 gün çarşı pazar dolaştım, sahilde oturdum, şoför, berber, esnaf, köylü ile konuştum. Değil AKP'ye oy vereceğiz diyeni, laf açılınca küfretmeyenle bile karşılaşmadım. Demek ki kırılma Karadeniz'den başlıyordu. Hopa olayları, Trabzonspor'un durumu... Ama şimdi sonuç açıklandı; 3 AKP, 1 CHP! Trabzon, Samsun, Rize, Samsun.... Benzer sonuçlar. Nasıl olur?
Size birazcık eskiye taşıyayım.
Yıl 2002, AKP ilk iktidarına gelmiş. İlk saldırdığı ve ele geçirdiği yer neresi; anımsayın lütfen. YSK, yani Yüksek Seçim Kurulu. Ve yine anımsayın, anımsamıyorsanız gazete arşivlerine bakın. CİA Türkiye masası şeflerinden birisi olan ABD Büyükelçi'sinin ilk ziyaret ettiği kişi YSK Başkanı olmuştu. Niye?
Ve seçimleri bu YSK yapıyor, yönlendiriyor, yürütüyor, kesin kararları alıyor. AKP'nin adamları, içinde AKP'nin de olduğu seçimleri düzenliyor. Sözde açılan ihale ile oy pusulalarının basımı AKP'li adama veriliyor.
Yine anımsayın, YSK seçmen kütüklerini ilan etti. 2 yıl önceki seçmen sayısına 10 milyon kişi birden eklenmiş. Kim bunlar, nereden çıktı, nereden geldi? Ve bir şey daha; tüm şüpheler artarak sürerken, ele sürülen mürekkep birden ortadan kalktı. Niye?
Seçim gecesi TV seyretmeyi sürdürüyorum. Keçiören'de yaşanan bir arbadeyi gösteriyor. Polisler, bir grup vatandaşla itişiyor, vuruşuyor. Vatandaşlar CHP ve MHP'li kişiler. Şöyle diyor TV muhabiri. Niye; çünkü oy kullanılan binanın önünde duran bir kadın, insanlara AKP'ye oy vermeleri halinde 200'er lira dağıtıyor. Olaya tanık olan bir vatandaş, "200 lira az oldu diyenlere, 100 lira daha veriyor." diye anlatıyor. Bu nasıl olur?
Hanımefendinin çantasında, AKP hanesine evet yazılı oy pusulası bulunuyor. Bunu alan "oy satıcısı" oy pusulasına bu hazır pusulayı yerleştirip, ona verilen boş oy pusulasını getirip verdi mi, 200 lirasını alıyor. Birkaç saat sonra herkesin dikkati çekiyor bu işlem, müdahale ediyorlar. Ve beklenen oluyor; polis anında müdahale edip, bu kadını ve oy pusulalarını kaçırıyor, kalan polisler de vatandaşa saldırıyor.
İlerleyen saatlerde, İstanbul'da AKP'ye evet mühürü basılı milyonlarca oy pusulası yüklü bir kamyonun yakalandığı duyuruluyor ekranlarda. Ne oldu bu kamyon, o kadın, onu kaçıran polisler. Ne bir haber, ne ses... Bunlar bilinenleri, ya bilinmeyenler?
10 milyon birden artan seçmen sayısı... yetmiyor bunlar YSK'ye, 19 milyon da fazla oy pusulası bastırıyor. İhale verilen AKP'li matbaacının, bu oy pusulalarından ne kadar bastığı da bilinmiyor...
Seçimin ertesi günü, e-postama, bir arkadaşım tarafından gönderilen notu mutlaka sizle paylaşmalıyım;
" Sarıyer'de sandık başkanı olarak görevliydim. Oy kütüğünde, rastlantıyla bir şey dikkatimi çekti. Bir apartmanın 5'nolu dairesinde 17 kişi seçmen gözüküyor. Çoluk çocuğu da sayarsan, mahelle gibi bir ev olmalı. Oysa o apartmanın, diğer dairelerinde 4'ü aşan seçmen yok. Bir ayrıntı daha, 17 kişilik evde 5 kişi Şebinkarahisar, 3 kişi Çorum, 4 kişi Hatay diğer 5 kişi ise farklı yerlerde kayıtlı. Türkiye'nin her köşesinden gelmiş insanlar nasıl bir arada?
Sabahleyin söz konusu aparmanın 1'nolu dairesine kayıtlı 2 seçmen oy kullanmaya gelince, söz konusu 5 nolu daireyi sorduğumda akıl almaz bir yanıt aldım. Adam sinirle, "Allah belalarını versin. Bu 12 kişi daha önce benim dairemde kayıtlı çıktılar. Oradan sildirinceye kadar emdiğim süt burnumdan geldi. Ben sildirince demek ki 5 nolu daireye yazılmışlar."
Bu arada olay büyüdü. CHP'nin hukukçuları geldiler. Söz konusu kişilerin vatandaşlık numaraları çıkarılıp araştırıldı. Türkiye'nin başka bir yerinde kayıtlı değiller. Peki ama kim bunlar? Niye buraya kayıtlı. merakla saat 17'ye kadar, bu kişilerin gelip oy vermesini bekledim. Ancak belli ki haber onlara uçurulmuş, gelemediler. Hadi ben benim sandığımda bunları önledim, ya diğer sandıklar?"
Bir şeyler döndüğü kesin kere kesin! Bazı kişilere birden çok vatandaşlık numarası verilmesi de olabilir bu, ölmüş kişilere ait numaraların bazı adamlara dağıtılması da... Peki bunu kim çıkaracak ortaya? Tabii ki CHP.
CHP bu seçimde açıldıkça açıldı, bütcesini bitirdi. Yine de AKP ile kıyaslanabilir mi? AKP'nin seçim harcamaları sorgulanmalı. Bu bir...
Gerekirse YSK önünde yatıp kalkılmalı. Ve bu fazla basılan 19 milyon oy pusulası nerede şimdi ? Kadının çantasında, kamyonda bulunan AKP'ye evet mühürü basılı oy pusulaları nereden çıktı? YSK olan bitenin hesabını vermeyecek mi? Bunun lamı cimi yok. Koca ülke bir çetenin kıskacında, müthiş bir hileli, şaibeli seçimden geçti. Kazanmak için her şeyi mübah sayan, insanla Tanrı arasındaki ilişkiyi bile çıkarı için kullanan bu teşkilattan önce Türkiye , böylece kamunun zaten bir avuç kalan malları ile vatandaşın cepleri de bu kirli ellerden kurtarılmalıdır. En azından, bırakın onu bunu; 10 milyon seçmen yaratıldı. Oyların yüzde 20'si bu! Hele seçimlerde 40 milyon oy kullanıldığı düşünülürse bu oran yüzde 25'i buluyor. Bu 10 milyon AKP'ye oy kullandırıldı, bu o kadar açık ki. Çıkar yüzde 20'yi, geriye yüzde 29, yüzde 25 derseniz 24 kalmaz mı? AKP'nin aldığı oy 21 milyon, yarısı şaibeli! Bu yüzde 20 oy kullanılmasa, CHP'nin oy oranı yüzde 30'u rahat rahat aşmaz mı? Bu müthiş sahtekarlık ortaya çıkartılırsa, "yahu ben hayatımda AKP'ye oy vereceğim diyeni görmedim, nereden çıkıyor bu oylar" diye soranların da sorusuna yanıt verilmiş olur.
Önümüzdeki dönem, gerçek CHP olmaya hazırlanan partinin bugün tek görevi, bu şaibeli seçimin, hileli ahlaksız seçimin faş edilmesidir. Seçimlerde partisinin geriye düşmesi için çalışan 13 Hazirancılara verilecek en iyi yanıt da bu olacaktır!
Bu sayede yinelenecek seçimlerde iktidar nihayet el değiştirecektir!
Hasan Uysal
Odatv.com

16 Haziran 2011 Perşembe

"Özerk" anayasa İngiliz Dayatması

 15/06/2011 -

"Özerk" anayasa İngiliz Dayatması

Osmanlıdan beri bölgeyi emellerine göre dizayn etmek için çalışan, cetvelle harita
çizen İngiltere, AB kriteri haline getirdiği “yerel yönetimi güçlendirme”yi AKP’ye
kabul ettirdi. İktidar, Ahrar gibi ilerliyor!
Sabahaddin’in hayaliydi
AKP, Prens Sabahaddin’in kurduğu ve merkezi yok edip yerel yönetimlere “özerklik” vermeyi öngören Ahrar Fırkası çizgisinde ilerliyor. 100 yıllık bu projenin fikir babası İngilizler...
Ülkeye göre farklı model
BÖlgedekİ tarihi emelleri için etnik unsurları kullanan, Irak ve Suriye’yi BOP projesi çervesinde karışıklık çıkararak bölen İngiltere, Türkiye içinse AB kriteri olarak anayasayı kullanıyor.
Perde arkasında kalıyorlar
AB’nin 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’ndeki ağır hükümler üzerine Lüksemburg’a gitmeme kararı alan dönemin Dışişleri Bakanı Gül’ü de imza için İngilizler ikna etmişti. ‰ 11’de
İngiliz sicimi sıkı bağlar
Bakanlığı döneminde Gül’e AB belgesini imzalatan İngiltere olmuştu. Gül’e ödül veren Kraliçe, Erdoğan’ı, Avam Kamarası ise PKK’yı ağırlamıştı.
Su bile uyur da İngiliz uyumaz!
Türkiye’yi bölme projesi 100 yılını çoktan geride bıraktı. 1900’lü yılların başında Prens Sabahaddin’i kullanan İngiltere, Kurtuluş Savaşı sonucu planlarını uzun süre ertelemek zorunda kalmış, 2. Dünya Savaşı’nın ardından da Barzani’nin babası Mustafa Molla Barzani’yle hedefi için önemli mesafe almıştı. Avrupa’yı da planları doğrultusunda seferber eden İngilizlerin o dönemde yaptıkları, 26 Eylül 1966 tarihli Yeni İstanbul gazetesine böyle yansımıştı.
İngilizlerin 100 yıllık özerklik dayatması
İngiliz muhibi Prens Sabahaddin’in yerel yönetimlerle ilgili  hayali AKP’ye AB kriteri olarak kabul ettirildi.
Orta Doğu’ya hakim olmak isteyen İngilizler 100 yıl önce Prens Sabahaddin’in kurdurduğu Ahrar Partisi eliyle uyguladığı yerel yönetimlerin güçlendirilmesi fikrini, Avrupa Birliği üzerinden AKP’ye de kabul ettirdi. Osmanlı Devleti’nden bu yana bölgeyi çıkarlarına ve emellerine göre diyazyn etmek için çalışan ve tüm Kürt isyanlarının arkasında yer alan İngiltere, ’Kürdistan’projesinde sona yaklaştı.

Cetvelle sınırlar çizildi
Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın yenilgisi üzerine sınırları cetvelle çizilen yeni devletler kurulmasını sağlayan İngilizler, şimdi de bu topraklar üzerinde yeni oluşumlar peşinde koşuyor. Irak ve Suriye’yi ABD’yle el ele vererek Büyük Orta Doğu Projesi  (BOP) çerçevesinde karışıklıklar çıkararak bölen İngiltere, Türkiye içinse AB kriteri olarak anayasayı kullanıyor.  Avrupa Birliği’nin 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’ndeki ağır hükümler üzerine Lüksemburg’a gitmeme kararı alan dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü imza için İngilizler ikna etmişti. İngiltere yönetimi AKP’yi AB yolunda sürekli teşvik ederken sıkı markajı da bırakmamıştı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e Kraliçe Elizabeth’in elinden yılın adamı ödülü verilirken Başbakan Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan da yine Kraliçe tarafından Londra’da özel odalarda karşılanmıştı. Ancak aynı İngiltere Avam Kamarası’nda BDP’li yöneticileri de ağırlamıştı.

Adım adım özerklik
2007’de 2. kez iktidara gelen AKP, Kalkınma Ajansları ve İstifaf Mahkemeleri’ni kurarak adım adım özerkliğe yol almaya başladı. AKP’nin bu adımlarında da en büyük destek yine İngilizler’den geldi. Ada’da eyalet sistemi olmadığı için, Türk bürokratlara eyalet sınavını da ABD’nin vermesini sağladı. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki Türkiye’nin çekincelerini kaldırmaya hazırlanan AKP özerk yerel yönetimlerin de yolunu açacak.
Baba Barzani 45 yıl önce hayal etmişti
Irak’ın kuzeyinde kurulan Kukla devletin başındaki Mesud Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani de 1960’lı yıllarda İngilizlerin kışkırtmasıyla Irak yönetimine karşı isyan başlatmıştı. Yeni İstanbul adlı günlük siyasi gazetenin 29 Eylül 1966 günlü sayısında yer alan haberde Molla Barzani, “İkinci hedefimiz Türkiyedir, ancak bunun için henüz erken” diyor. Haber, gazetenin “İsviçre özel muhabiri” olarak nitelediği Hüseyin Aydınkaya’nın imzasını taşıyor. Aydınkaya, haberinde şu ifadeler yer alıyor:

‘İkinci cephemiz Türkiye’
“Son zamanlarda Avrupa basını sistemli şekilde Kürtlük ve ’Kürdistan’ lehine büyük bir propogandaya girişmiştir. 28 Ağustos 1966 günü İsviçre Televizyonu, siyasi konuşma saatında Kürtlük ve ’Kürdistan’a dair 15 dakikalık bir program ayırmıştır.  Bu programda Kürtlerin Irak ile yaptığı mücadeleye dair resimler ve konuşmalar yer almıştır. Haberin devamında Molla Mustafa Barzani’nin şu sözlerine yer veriliyor: “İstiklal davamızı bir gün muhakkak kazanacağız. ’Kürdistan’haritasını dünya milletlerine kabul ettireceğiz. Irak’tan sonra ikinci mücadele cephemiz Türkiye olacaktır. Fakat bu mücadele için zaman çok erkendir.”

ERKAN GÜRVİT 12 EYLÜL'Ü AKLAMAYA MI ÇALIŞIYOR

ERKAN GÜRVİT 12 EYLÜL'Ü AKLAMAYA MI ÇALIŞIYOR
ERKAN GÜRVİT 12 EYLÜL'Ü AKLAMAYA MI ÇALIŞIYOR


15.06.2011 14:07


Önce bir tespit:
Medyada karaktersizlikte olağanüstü inat eden birileri vardır. Bunlar iktidar ve güç uğruna her daim dalkavukluk yaparlar. Ve bunlar her türlü etik ilkeden yoksundurlar. Kullanılırlar.
Gelelim haberimize:
Habertürk TV’de Akşam Raporu programında eski MİT mensubu Erkan Gürvit ekrana getirildi. Niye?
Gürvit, Kenan Evren’in damadı; kayınpederini savunmak için mi TV’ye çıkarıldı? Yoksa kendini savunmak için mi?
Çünkü dönemin ünlü MİT görevlilerinden biriydi. “Kankası” ise Mehmet Eymür’dü. Gürvit’in TV’ye çıkmasına Eymür mü aracı oldu?
Röportajı yapan Ecevit Kılıç ile Mehmet Eymür ilişkisi Ergenekon duruşmalarında da sık sık gündeme getirildi.
Akşam Raporu programının editörü olan Ecevit Kılıç, yaptığı yalan haberi Silivri duruşmasında, “kaynağım MİT’tir, başka bir şey söyleyemem” diye açıklamıştı.
Kaynağının Eymür olduğu pek saklanacak gibi değildi.
Ama konumuz bu değil.
Konumuz; Gürvit ne adına, kim adına, niye apar topar ekrana çıkarıldı?
Bakınız seçime saatler kala Habertürk Gürvit’i ekrana çıkarıyor; ASALA’yı, PKK’yı soruyor. Niye? Kimler Ecevit Kılıç’ın kulağına yine neler fısıldadı acaba?
Habertürk TV bir süre önce Yiğit Bulut’la Tahsin Şahinkaya’yı aklamıştı. Şahinkaya ilk kez TV röportajı verdi. Şimdi de Erkan Gürvit’le Kenan Evren’i mi aklamak istiyor?
12 Eylül döneminin Mehmet Eymür gibi görevli Mit görevlileri, operasyonun önüne mi geçmek istiyorlar? Ya da soruşturmayı yönlendirmek mi istiyorlar?
Habertürk TV, 12 Eylül’ü temize çekme ve soruşturmayı yönlendirme aracı mı oldu?
Evet, Gürvit’in apansız ekrana çıkarılmasının perde arkasında ne car, yakında ortaya çıkar…
Odatv.com  

BAŞBAKANIN BALKON KONUŞMASININ ANALİZİ

BAŞBAKANIN BALKON KONUŞMASININ ANALİZİ
BAŞBAKANIN BALKON KONUŞMASININ ANALİZİ



AKP Genel Başkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bir seçim zaferinden sonra bir balkon konuşması daha yaptı. Yine birlikten, beraberlikten, barıştan, kardeşlikten, özgürlükten söz etti. Yine herkese teşekkür ederek, herkesi kucakladı! Bir anlamda bir önceki balkon konuşmasını yineledi. Ancak Başbakan’ın bu seferki balkon konuşmasının satır aralarında çok başka bir mesaj vardı.
Başbakan’ın, balkon konuşmasındaki bazı sözleri; Başbakan’ın artık kendisini sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başbakanı olarak değil de Yeni Osmanlı’nın bir padişahı olarak gördüğünü göstermektedir.
Şu sözler balkondaki Başbakan’a ait:
“…Gözlerini Türkiye’ye çevirmiş, gelen haberleri büyük bir heyecanla takip eden, Şam, Kahire, Tunus, Saraybosna, Lefkoşe’yi dost ve kardeş ülkeleri muhabbetle selamlıyorum
….İzmir kadar, Şam kazanmıştır, Diyarbakır kadar Ramallah, Nablus, Cenin, Kudüs, Gazze kazanmıştır.
İyi de neden?
Neden, Şam, Kahire, Tunus, Saraybosna gözlerini Türkiye’ye çevirip AKP’nin zafer haberlerini beklesin?
Neden, AKP’nin seçimi kazanmasıyla Şam, Ramallah, Nablus, Cenin, Küdüs, Gazze kazansın!
Evet AKP, üç dönem üst üste, üstelik her seferinde oylarını arttırarak seçim kazanmıştır. Gerçekten de bu büyük bir başarıdır. Ve bu başarının mimarının bu başarısıyla övünmesi de son derece doğaldır. Ama sonuçta bu seçim başarısı “uluslararası bir başarı” değil “ulusal” bir başarıdır. Bu seçim, Türkiye’nin seçimidir ve AKP’ye de sadece “Türkiye Cumhuriyeti” vatandaşları oy vermiştir. AKP, ne Şam’dan ne Kahire’den, ne Tunus’tan, ne Ramallah’tan, ne Nablus’tan, ne Saraybosna’dan, ne de Cenin, Küdüs ve Gazze’den oy almış değildir. Çünkü buralar, Misak-ı Milli sınırları dahilinde Türkiye Cumhuriyeti içinde değildir! Ama Sayın Başbakan, kendisini bu Arap-İslam şehirlerinden de oy almış gibi, buraların da lideri olarak görmektedir.
Yoksa Sayın Başbakan, Misak-ı Milli sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini mi unutmuştur?
  Hiç sanmıyorum!
  Sayın Başbakan artık kendisini Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, bir Amerikan ütopyası olan Yeni Osmanlı’nın yeni lideri olarak görmektedir: O artık Saraybosna’dan Gazze’ye uzanan İslam coğrafyasına hükmeden Yeni Osmanlı’nın yeni lideridir!... Bilindiği gibi Eski Osmanlı da bu coğrafyaya hükmetmişti!..
  Balkondaki Başbakan’ın sözlerinin satır aralarında Yeni Osmanlıcılığın yönetim biçimi olarak düşünülen “federasyona” yinelik de ipuçları vardır.
  “Bugün benim Türk kardeşim, Kürt kardeşim, Zaza, Laz, Romen, Gürcü tüm kardeşlerim 74 milyon kardeşim kazanmıştır… “ diyerek, her zaman yaptığı gibi bir kere daha Türkiye Cumhuriyeti’ndeki “etnik unsurları” teker teker sayıp ortaya döken Sayın Başbakan, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi olan, Atatürk’ün, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımını da bir kere daha tartışmaya açmıştır.
   Balkon konuşmasında, Bugün benim Türk kardeşim, Kürt kardeşim, Zaza, Laz, Romen, Gürcü tüm kardeşlerim 74 milyon kardeşim kazanmıştır.” diyen Başbakan, bu dili daha önce Diyarbakır, Şemdinli, ve Samsun konuşmalarında da kullanmıştır. Sosyolog Orhan Türkdoğan’ın belirttiği gibi, Başbakan, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki “etnik unsurları tek tek sıralayarak Türkleri “öteki” konumuna getirmektedir. Bu durum etnik bölünmeyi arttıracağı gibi iç ve dış güçlere karşı vatanın bağımsızlığını korumaya çalışan güçlerin ulusal dirençlerini de kıracaktır.[1]
   Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, Türkiye’deki bütün “alt kimlikleri” Türklük potasında birleştirmiştir. Atatürk’ün Cumhuriyeti kurarken, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımıyla sağladığı “birlik beraberlik” ve bu birlik ve beraberlik üzerine oturttuğu “üniter yapı”yı dağıtmak için Cumhuriyetin kuruluş felsefesindeki bu “Türk milleti” tanımını alt üst etmek gerekmektedir. Cumhuriyetin kuruluş felsefesine göre bir “bilinç” olan Türklük; Cumhuriyetin kuruluş felsefesine karşı olanlarca “etnisite/ırk” olarak adlandırılmaktadır. Böylece “Türklük” de bir “alt kimlik” durumuna getirilmek istenmektedir. Bu “etnik kimlik siyaseti” fedarasyona giden yolun en belirgin kilometre taşlarından biridir. Yeniden Osmanlı’ya dönüş için Cumhuriyetin kuruluş felsefesindeki “Türklük bilinci” tanımından “Türk ırkı” tanımına geçilmesi zorunludur. “Türklük” herkesi kavrayan “bir “bilinç” olmaktan çıkarılıp sadece bir “etnik unsuru” ifade etmek için kullanılmaya başlandığında çözülme de başlayacaktır.  Bilindiği gibi Osmanlı’da bir “Türklük bilinci” yoktur; Osmanlı’da Türklük “dışlanmış” bir alt kimliktir.[2] Osmanlı’ya dönüş sürecinde bugün de yapılmak istenen budur.
  Balkondaki Başbakan’ın seçim zaferini, Ortadoğu’dan Balkanlara “bütün Müslümanların zaferi” olarak adlandırması ve “etnik unsurlar” vurgusu yapması, “üniter” Türkiye Cumhuriyeti’nin yerini “federal” Yeni Osmanlı’ya bırakmak üzere olduğunun en belirgin işaretlerinden biridir.
  Peki ama bugüne nasıl gelinmiştir?
  Bu sorunun yanıtını vermeden önce, balkondaki Başbakan’ın Adnan Menderes’e ve Turgut Özal’a neden gönderme yaptığını; “Merhum Turgut Özal’ın hayalleri, özlemleri, artık yerini bulmuştur” diyen Başbakan’ın, aslında ne demek istediğini iyi analiz etmek gerekir.
  Neydi Özal’ın hayali?
  Hemen söyleyelim:
  Türk-Kürt Federasyonu ve Yeni Osmanlı’ydı![3]
  Şimdi gelin tarihe kısa bir yolculuk yapalım:
 İstanbul Devleti
  Türkiye’nin “idam fermanı” Sevr Antlaşması’na (10 Ağustos 1920) göre İstanbul, başında “kukla” bir Padişah’ın bulunduğu “kısmen bağımsız” bir bölge olacaktır.
  Ancak Müttefik Devletler, bu anlaşma imzalanmadan önce İstanbul’un geleceği ile ilgili çok gizli planlar yapmıştır. Örneğin, İngiliz arşivlerinde CAB/23/35 numarayla kayıtlı bir belgeye göre İngilizler, “İstanbul’un ayrı bir devlet olarak yeniden yapılanmasını” düşünmüştür, ama sonradan bu düşünceden vazgeçmiştir. Bu belgeye göre Paris’te, İngiliz Başbakanı Lloyd George’un otel odasında yapılan ve aralarında Dışişleri Bakanı Earl Curzon, Bonar Law, Lord Birkenhead ve Hindistan’taki İngiliz yönetiminin Dışişleri bakanı E. S. Montagu’nun da olduğu bir grup, Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarından çıkarılması ihtimaline karşı bir “proje” üreterek İstanbul’un ayrı bir devlet olmasını tartışmıştır.
   Belgeye göre İstanbul Devleti’nin Osmanlı Devleti’nden tamamen, Müttefik Devletlerden ise kısmen bağımsız olması kararlaştırılmıştı. İstanbul’un Müttefiklerden bağımsız olduğu konular sadece finans, adalet ve jandarma olacaktı.
  Bu belgede öngörülenler sadece bir fikir olarak tartışılmıştır. Hatta aynı toplantıda bu fikrin pek gerçekçi olmadığı düşünülmüş olmalı ki sonuç olarak Başbakan Llyod George Hindistan’daki İngiliz yönetimi Dışişleri Bakanı’ndan, Sevr Anlaşması öncesi hazırlanan taslağın, Padişah’ın ve Osmanlı hükümetinin İstanbul’da kalması ihtimaline göre düzenlenmesini istemiştir.
  I. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin Orta Doğu’yu, sınırları cetvelle çizilen küçük devletlere bölüp yönetme arzusuna İstanbul’u da katması, Müttefiklerin İstanbul’u ve boğazları uluslararası bir komisyonun aracılığıyla yönetme arzusu, hepimizin bildiği bir şeydir; fakat İstanbul’un “ayrı bir devlet” olarak yeniden yapılandırılması fikrinin İngiltere tarafından başbakanlık seviyesinde tartışılmış olması pek bilinen bir şey değildir. Hele yeni devletin sınırları, yönetimi, savunması vb. gibi konuların bu kadar detaylı bir şekilde tartışılması çok dikkat çekicidir.[4]
  I. Dünya Savaşı sonlarında, 1920’de İngiltere’nin “böl” ve “yönet” stratejisi çerçevesinde kurmayı planladığı “İstanbul Devleti”, II. Dünya Savaşı sonlarında 1946’da ABD’nin “Tek Dünya Devleti” stratejisi çerçevesinde kurmayı planladığı “İstanbul Federe Devleti” olarak karşımıza çıkmıştır.
 
   Tek Dünya Devleti ve Federasyonculuk
   William C. Bullitt, ABD’nin 1946’dan sonraki Soğuk Savaş stratejisini “Yalnızca Sovyetleri yıkmak için değil aynı zamanda Amerika önderliğinde Tek Dünya Devleti kurmak için geliştirilmiş bir strateji” olarak tanımlamıştır.
   Bu bağlamda ABD tarafından kurulan “Avrupa Birliği” gibi, yine ABD tarafından bir “Ortadoğu Federasyonu” kurulmak istenmiştir. Osmanlı örneğine dayalı olarak kurulmak istenen “Ortadoğu Federasyonu” da yalnıza Sovyetler Birliği’ni yıkmak için değil, aynı zamanda “Tek Dünya Devleti” kurmak için gerekli görülmüştür.[5]
  1946’da Bullitt’in ifade ettiği, “Amerika’ya bağlı ve dine dayalı bölgesel federasyonlar” kurma stratejisi bugün de sürdürülmektedir.
  Soğuk Savaş döneminde kurulacak federasyonlar (Avrupa Federasyonu,Ortadoğu Federasyonu, Asya Federasyonu) Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra “Tek Dünya Devleti” çatısı altında birleştirilmek üzere planlanmıştır.
  Cengiz Özakıncı’nın dediği gibi, “Tek Dünya Devleti kurulmasına ilişkin tek bir strateji yoktur ki, ulus devletleri önce etnik, dinsel ve mezhepsel devletçiklere bölerek bölgesel federasyonlar içinde eritip Tek Dünya Devleti’ne bağlamayı öngörmemiş olsun.”[6]
  Tek Dünya Devleti’ne giden yolda önce Avrupa Birliği kurulmuş, sonra Sovyetler Birliği yıkılmıştır, ama Ortadoğu veya Yakındoğu Federasyonu hala kurulabilmiş değildir. Bu nedenle ABD bugün canla başla Ortadoğu-Yakındoğu Federasyonu’nu kurmak için çalışmaktadır. Ortadoğu Federasyonu’nun tarihsel dayanak noktası yüzyıllarca Ortadoğu’yu yöneten Osmanlı’dır. Bu esinlenmeden dolayı Ortadoğu Federasyonu’na giden yolda “Yeni Osmanlıcılık” akımından yararlanılmaktadır. Bu planın harekat üssü de coğrafi ve kültürel olarak Osmanlı mirası üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti ve Ortadoğu’daki devletlerdir. Ortadoğu Federasyonu’nu kurmak için her şeyden önce “yeniden Osmanlılaşmaya”, yeniden Osmanlılaşmak için de “Türk Ulus Devleti”nden kurtulmaya ihtiyaç vardır. İşte, 1946’da başlayan, 12 Eylül 1980’den sonra hızlanarak devam eden “Karşı Devrimi” bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bütün amaç, yüzyılın başında Atatürk’ün kurduğu “bağımsız, çağdaş ve laik” Türk Ulus Devleti’ni yeniden Osmanlı’ya dönüştürmektir. 1950’den itibaren Türkiye’yi yöneten veya Türk siyasetinde etkili olan nerdeyse bütün liderler; Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan, bu dönüşümün “zoraki” veya “gönüllü” aktörleridir. Anlayacağınız, son altmış yılda Türkiye’yi yöneten bütün bu liderlerin birer “Osmanlı sevicisi” olması kuru bir tesadüf değildir!
  1965’te ABD, Süleyman Demirel aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştığı, ancak ordunun sert tepkisiyle uygulayamadığı “Türk-Kürt Federasyonu Projesini” daha sonra CIA belgelerinde, “gelmiş geçmiş en Amerikancı Türk devlet adamı” olarak adlandırılan Turgut Özal gündeme getirmiştir. Özal’ın, ABD desteğiyle 1991’deki I. Körfez Savaşı sırasında Irak’a girip oradaki Kürt bölgelerini işgal ederek Türkiye topraklarına katıp, Türk Ulus Devleti’ni “Türk-Kürt Federasyonu”na dönüştürme planı, Genelkurmay Başkanı Torumtay’ın sert tepkisiyle karşılaşmış ve bu nedenle doğan kiriz, 3 Aralık 1990’da Genelkurmay Başkanı’nın istifasıyla sonuçlanmıştır.[7]
  ABD Başkanı George Bush’la çok sıkı işbirliği içinde ABD politikalarını uygulayan Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1991 yılında Aktüel dergisine verdiği bir demeçte Kürtlerle federasyona gidilmesi gerektiğini söyleyerek “inşallah bir gün valilerini de seçerler, bu iş biter” demiştir[8].
  1993’te Özal’ın ölümünden sonra “Osmanlıcı”, “eyaletçi”, “federasyoncu” ve “ulus devlet karşıtı” söylemlerin bayraktarlığını Refah Partisi Genelbaşkanı Necmettin Erbakan yapmaya başlamıştır.
  Ağustos 1993’te Turgut Özal, Aydın Menderes, Recep Tayyip Erdoğan, Mehmet Altan, Yalçın Küçük, Abdurrahman Dilipak’ın görüşlerine yer veren “İkinci Cumhuriyet Tartışmaları” adlı bir kitap yayınlanmıştır.[9]
  Bu kitapta Erbakan’ın Refah Partisi kurmaylarından Recep Tayyip Erdoğan’ın şu görüşlerine yer verilmiştir:
  “Soru: ‘Bu değişim süreci içerisinde eğer ülkede yaşayan bazı grup insanlar milli yapı içerisinde kalmak istemezlerse ne olacak?’
  Tayyip Erdoğan: ‘Onun kararını yine halk verecek’
  Soru: ‘Örneğin Kürtler, biz ayrı yaşamak istiyoruz, diyebilirler’.
  Tayyip Erdoğan: ‘Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir’.
   Soru: ‘Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse..’
  Tayyip Erdoğan: ‘Ona orada sınır tayin edemem. Eyaletler tarzı bir sistem içinde olabilir, diyorum”[10]
   Görülen odur ki, bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 1993’te söylediklerini 12 Haziran 2011 genel seçimlerinin ardından hayata geçirmenin hesaplarını yapmaktadır.
   “Amerika, 12 Eylül’den sonra nasıl Osmanlıcı politikaların bayraktarlığını yapan Turgut Özal’ı ve partisini desteklemişse, Özal’ın ölümünden sonra da Osmanlıcı politikanın bayraktarlığını üstlenen Refah Partisi’ni desteklemişti. 1993’te Özal’ın ölümünden sonra ABD’nin Refah Partisi’ni iktidara taşıyacağı, 35 emekli Amerikancı generalin topluca Refah Partisi’ne üye olmalarından belliydi. Refah Partisi’nin 1987, 1991 ve 1995 seçimlerinde aldığı oy oranlarına bakıldığında bu yükselişin Özal’ın partisinden Erbakan’ın partisine geçişlerle doğru orantılı olarak gerçekleştiği görülecektir.”[11]
  Necmettin Erbakan’dan sonra bayrağı Erbakan’ın kadrolarından yetişen Recep Tayyip Erdoğan devralmıştır.
  Menderes’in Demirel’in, Özal’ın ve Erbakan’ın “genetik mirasçısı” olan Erdoğan, ABD desteği doğrultusunda 2002 genel seçimlerinden önce AKP’yi kurarak “okyanus ötesinden esen sert bir rüzgarla” Türkiye’de iktidara gelmiştir.
  Erdoğan da öncülleri gibi “Osmanlıcı”,“eyaletçi”, “federasyoncu” bir “siyasetçi tipi” olarak ABD planlarını uygulamaya devam etmiştir.
  12 Haziran 2011 seçimleri öncesinde eski başbakanlardan ve cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel ile AKP Genelbaşkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, iki ayrı kutupmuş gibi, sert sözlerle birbirlerini eleştirmiştir. Ancak aslında her ikisi de aynı yolun yolcusudur.
  Haziran 1996’da Habitat II Toplantısının açılış başkanı olan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Butros Gali, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i kürsüye, “Türkiye Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” olarak çağırmıştır. Şaşırtıcı bir şekilde Demirel bu “unvanın” yanlış olduğunu belirtmemiş, hiçbir düzeltme yapmamıştır.
  Butros Gali konuşmasında, “insanlığın ve kentlerin geleceğine yöne vermesi gereken ‘İstanbul Ruhu’nun adil, güvenli, yaşanabilir kasabalar ve şehirler yaratabilmek için hükümetlerle devlet dışı sivil kesimler arasında işbirliği ve dostluk anlamına geldiğini” vurgulayıp “İstanbul Federe Devleti” değimini kullanmıştı. O toplantıda bu değime de ses çıkartan olmamıştı. Gali konuşmasında ayrıca, “Dünya, 200 devletli olmaktan 2000 devletli olmaya gidiyor” demişti.
  Aslında Butros Gali’nin konuşmasının arasına serpiştirdiği bütün bu ifadeler, 1987 UNESCO toplantısında alınan, “ulus devletleri”, etnik ve dinsel küçük şehir devletçiklerine bölmeye yol açacak kararların adım adım uygulanmasından başka bir şey değildi.[12]

  İstanbul Başkentli Yakındoğu Federasyonu
  1994 yılına gelindiğinde Türk basınında bir taraftan “İstanbul Merkezli Bizans Devleti” tartışılırken, diğer taraftan “İstanbul Başkentli Yakındoğu Federasyonu” tartışılmaya başlanmıştır.
  Esguire Dergisi’nin 1 Şubat 1994 tarihli sayısında ortaya atılan “İstanbul Merkezli Yakındoğu Federasyonu”, “bir entelektüel ütopya” alt başlığıyla “aydınların tatlı düşü” olarak kamuoyuna sunulmuştur.
  Cengiz Özakıncı’nın yerinde tespitiyle, “Sanki Mete Tunçay, Cengiz Çandar gibi aydınlar bunu kendi kendilerine düşünüp akıl etmişler ve bu içtenlikli düşüncelerini toplumla paylaşıyorlardı.” Oysa ki her şey daha önce başkaları tarafından düşünülmüş ve planlanmıştı. Nitekim Genelkurmay ATASE Başkanlığı’nın 10 Mart 1981 tarihli “Özel Askeri Rapor Denemesi”nde “Türk-Yunan Federasyonu” anlatılmıştı.[13]



Fotoğraflar, Cengiz Özakıncı’nın “Yeni Osmanlı Tuzağı” kitabından alınmıştır.
  1 Şubat 1994 tarihli Esquaire dergisinde yayınlanan “Yakındoğu Federasyonu” görüşünün ve 12 Eylül’ün ATASE damgalı “Türk-Yunan Federasyonu” tasarısının kaynağı Robert D. Kaplan’ın kısa süre önce The New York Times Magazin’de yayımlanan, “Türkiye Balkanlar ve Ortadoğu Birleşiyor” adlı makalesidir. Robert D. Kaplan’ın yazısının çevirisi 28 Şubat 1994 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanmıştır.
 Yahudi kökenli Amerikalı gazeteci yazar Robert D. Kaplan yazısında şöyle demiştir:
  “Tarih Bölge Uzmanları tarafından belirlenen yanlış sınırları yeniden şekillendiriyor… Türkiye, Balkanlar ve Ortadoğu olarak adlandırılan yer, tek bir bölge olarak ortaya çıkıyor. Avrupalılar burayı her zaman ‘Büyük Yakındoğu’ olarak tanımlıyor… Türkler yaklaşık 850 yıl İslam dünyasının liderliğini yürüttü… Bütün Arap devletleri, Yugoslavya gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü izleyen kaos karşısında… Büyük İsrail, Akdeniz’de Batı Şeria ve Gazze’yi kendine çekecek bölgesel bir ekonomik mıknatıs olarak ortaya çıkacak.”
   Türk-Kürt Federasyonu ve Yeni Osmanlıcılık
  ABD, Türkiye’ye, bir taraftan Osmanlı coğrafyasını kapsayan alanda “İstanbul Merkezli Yakındoğu Federasyonu” önerirken, diğer yandan “Türk-Kürt Federasyonu” önermiştir.[14]
  Turgut Özal öldükten sonra Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel, 30 yıl önce 1965’te Başbakan olur olmaz ABD tarafından kendisine dayatılan “Türk-Kürt Federasyonu” kurma önerisini 30 yıl sonra Cumhurbaşkanı olunca yeniden masasında bulmuştur. Öneri, bu kez ABD Hava Kuvvetleri’nin RAND araştırma kuruluşunca sunulmuştu. Raporun savunucusu uzun yıllar CIA Türkiye masası şefliği yapan Paul Henze’ydi.
  Demirel’in “Türk-Kürt Federasyonu” raporuna herhangi bir rapor vermemesi üzerine Henze, ”gizli” damgalı bu ABD raporunu Aktüel dergisine sızdırıp kamuoyunda tartışılmasını sağlamak istemiştir. Nitekim rapor, 15 Haziran 1994 tarihinde Aktüel dergisinde “Türkiye’yi Feodalizm Büyütecek” başlığıyla yayımlanmıştır. Bunun üzerine Demirel de, “Batı Sevr’i istiyor!” diye demeçler vermeye başlamıştır. [15]
  ABD, “Türk-Kürt Federasyonu” ve “Yakındoğu Federasyonu” projelerinden hiç vazgeçmemiştir. Bu projeleri hayata geçirmek için de Yeni Osmanlıcılık akımına sarılmıştır.
   Aslında, “Yeni Osmanlıcılık” söylemi Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilmesi için bir maskedir.
   Amerikalı Yahudi Yazar Noam Chomsky, “yeniden Osmanlı” hazırlıklarının yıllar öncesinden başladığının belirtenlerden biridir. 90’lı yılların başında Türkçeye tercüme edilen kitabında şu önerilerde bulunmuştur: "Orta Doğu’da ulusallık ve ulusal kimlik yok edilmeli. Bunun için de Orta Doğu Osmanlılaştırılmalıdır. Böylece bölgede Batı çıkarlarına karşı çıkacak ulusal güç ve direnç kalmayacak, sistemin çarkları rahatlıkla işleyecektir. ABD için en tehlikeli düşman ve tehdit Bağımsızlık tehdidi. Asla hoş görülemez."
   İsrail yönetimi derinden etkileyen Kudüs Federal Araştırmalar Enstitüsü Başkanı Daniel Elazar da Osmanlı’ya dönüşün ateşli taraftarlarındandı. Büyük Ortadoğu Projesi’nin bu şekilde hayata geçirileceğini düşünen Elazar, 1990’lı yılların sonlarında uluslar arası platformlarda şu görüşleri dile getirmişti: “Orta Doğu için ulus-devletler değil, etnik-dinsel cemaatlerin doğal örgütlenme biçimleri belirleyici. Bunun için ’Osmanlı millet sistemi’ mümkün bir model...”
  Abdullah Gül, Refah Partisi milletvekili olduğu dönemde, 19 Aralık 1992’de Türkiye Gönüllü Kültür Teşekkülleri 3’üncü İstişare Toplantısı’nda yaptığı konuşmada “Osmanlı” vurgusu yapmıştı. Gül, şunları söylemişti: "İkinci cumhuriyet, yeni Osmanlıcılık kavramlarının ve bu tartışmaların ortaya gelmesini ben çok sağlıklı olarak görüyorum ve geleceğe çok ümitle bakıyorum!"
  1996 yılında CIA görevlisi ve CFR üyesi Samuel Huntington, “Türkiye İslamın lideri olmalı!” diye demeçler vermiş,
  1997 yılında CIA ajanı Paul Henze, “Atatürkçülük öldü; Nakşiler, Nurcular ilericidir!” diye demeçler vermiş,
  1998 yılında CIA’nın eski Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller, “Kemalizm’e son; Osmanlı’yla övünün, Fethullahçı olun!” diye demeçler vermiş…[16]
  1999 ortalarında, Türkiye’nin ilk fotoğraf kuruluşlarından olan Abdullah Biraderler’in ve bir asır öncesinin diğer fotoğrafçılarının çektiği Ortadoğu manzaraları, Eylül ayında İstanbul’da Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde sergilenmişti. "Osmanlı İdaresi Altında" adını taşıyan serginin en ilginç tarafı ise resimlerin İstanbul’a 700. yıl kutlamaları programı çerçevesinde İsrail’den gelmiş olmasıydı. İsrail’in İstanbul’daki kültür ataşesi olan Zali de Toledo’nın hazırlıklarını aylar öncesinden başlattığı sergiye adına uygun bir kuruluş da sponsor olmuştu: Osmanlı Bankası…
  1999 Temmuz’unda Prof. Dr. Şinasi Tekin, Harvard Üniversitesi’ne bağlı olarak Ayvalık’ın Cunda Adası’nda "Yoğun Osmanlıca Yaz Okulu" açmıştır. Harvard’ı Türkiye’ye getiren Profesör Tekin, Ayvalık’ın Cunda Adası’nda satın aldığı eski bir Rum evini de okula çevirmiş ve okulu Amerikan Eğitim Bakanlığı’na ve Türkiye’de YÖK’e onaylatıp faaliyete geçirmiştir
  2000’lere doğru atılan bütün bu adımlar, Yeni Osmanlıcılık akımını kullanarak Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmek için atılmış adımlardı.
 2002’den itibaren Lozan yerine Sevr’i gündeme getiren ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin “eşbaşkanı” olmakla övünen AKP iktidarı, “istinaf mahkemeleri”, “kalkınma ajansları” gibi adımlarla “eyaletleşmeye” giden yolun taşlarını döşemeye başlamıştır.
  AKP ve Yeni Osmanlıcılık
  Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 1992’de, eski paşa Büyükanıt 2008’de ve Başbakan Erdoğan 2010 yılında, “Osmanlı modelini” övmüştü. ABD elçisi Edelman da göreve geldiğinde "Yeni Osmanlı" brifingi düzenlemişti.
   AKP bir yandan komşularla "sıfır sorun" sloganıyla bölge ülkelerine “şirin” gözükmek için her yol denerken, diğer yandan yasalar çıkararak “üniter devletin” sonu anlamına gelen Büyük Ortadoğu Projesi’nin önünü açmıştır.
   Türkiye yeni bir sürece doğru hızla ilerlemektedir: Bir yandan, “Kürt açılımı” adı altında başlatılan tartışmalarla “üniter yapı” ve “ulus devlet” aşındırılırken, "Türk kimliği" vurgusu “anti demokratik” bulunup, “çok kimliklilik” ve “mozaik” söylemi ön plana çıkartılmakta; diğer yandan ise komşularla “sıfır sorun” adı altında sınırlar kaldırılmaktadır; Türkiye sınırlarını tanımayan Ermenistan’la protokoller imzalanmaktadır. ABD tarafından çizilen, Türkiye’nin de bazı kısımlarını içine alan Sevr ve Büyük Ortadoğu Projesi haritaları yeniden elden ele dolaşmaktadır. Bu yaşananlara paralel olarak, her geçen gün artan biçimde Osmanlı, “asr-ı saadet dönemi” olarak parlatılmaktadır. Televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde “tarihimiz” diye “vıcık vıcık Osmanlı seviciliği” yapılmaktadır.
  Bu gelişmeler yaşanırken Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Amerikan Washington Post gazetesine “Osmanlı”yla ilgili düşüncelerini aktarmıştır. Gazetenin yazarı Jackson Diehl, 2011’de Washington’da görüştüğü Davutoğlu’nun kendisine “Türkiye’nin eski Osmanlı ülkeleri üzerinde liderliğini yeniden kurma hayalinden” bahsettiğini yazmıştır. Diehl, Davutoğlu’nun kendisine, "İngiltere eski sömürgeleriyle bir milletler topluluğu halinde, neden Türkiye eski Osmanlı topraklarında, Balkanlarda, Orta Doğu ve Orta Asya’da yeniden liderlik kurmasın?" dediğini belirtmiştir.
  Bilindiği gibi Davutoğlu, 2010 yılında AKP’nin Kızıcahamam toplantısında da benzer sözleri söylemişti. Bakan Ahmet Davutoğlu şöyle konuşmuştu: "Osmanlı’dan kalan bir mirasımız var. ’Yeni Osmanlı’ diyorlar. Evet, Yeni Osmanlı’yız. Bölgemizdeki ülkelerle ilgilenmek zorundayız."

  İktidara geldiği 2002’den bu yana “ulus devletin” yapısını dönüştüren değişikliklere imza atan AKP, Kalkınma Ajansları, İl Özel İdareleri, Maden, Mahalli İdareler, Petrol, Kamu Yönetimi, İstinaf Mahkemeleri gibi yasalarla, Türkiye’yi AB ve ABD’nin dayattığı eyalet sistemine, başka bir ifadeyle Büyük Ortadoğu Projesi’nin altyapısı olan "Osmanlı modeline" sürüklemektedir.[17]
   Büyük Ortadoğu Projesi’nin temelindeki "Yeni Osmanlıcılık" söylemleri AKP iktidarınca sık sık gündeme getirilmiştir. AKP kurmaylı sıkça, “Osmanlı düzeninin ülkemiz için hayırlı olacağı” şeklinde açıklamalarda bulunmuşlardır.
  Türkler Yeni Osmanlıcılıktan söz eder de Amerikalılar durur mu!
  Gittiği bütün ülkeleri karıştıran ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman, 2003 Ekim ayında göreve başlar başlamaz, “Yeni Osmanlı Brifingi” verdirtmişti. 10 gazeteci ve 3 tarihçinin katıldığı brifingi elçilik basın müsteşarı Joseph Hullington ve Kuzey Irak’taki Kürt parlamentosunun fikir babası Nicholas Kass vermişti. ABD’deki Wisconsin Üniversitesi Osmanlı Tarihi Bölüm Başkanı Kemal Karpat’ın da katıldığı toplantıda Irak’ın ve Ortadoğu’nun geleceği tartışılmıştı. Bu brifingin ardından yazılar kaleme alan bazı yazarların Osmanlıya olan özlemlerini dile getirmeleri dikkat çekmişti.
  Başbakan Erdoğan’ın 2005 yılı sonlarında ABD’ye yaptığı ziyaret de “Yeni Osmanlı” söylemlerinin hız kazanmasına neden olmuştu. Erdoğan ve ABD Başkanı George Bush, Beyaz Saray Oval Ofis’te bir saat ikili bir görüşme yapmıştı. ABD Başkanı Bush, Başbakan Erdoğan’a, sömürgeleştirme planı olan Büyük Ortadoğu Projesi’ne verdiği güçlü destek dolayısıyla teşekkür etmişti. Bush, ’Türkiye’nin demokrasisi, Orta Doğu’daki insanlar için önemli bir örnek. Ben de Erdoğan’a bu yöndeki liderliği için teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca Başbakan’a Türkiye’nin Afganistan’daki liderlik rolü dolayısıyla da teşekkür ediyorum’ diye konuşmuştu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise ziyaretin ardından yaptığı açıklamada Bush’la. Büyük Ortadoğu Projesi’ni ele aldıklarını, Kıbrıs, Irak, Afganistan, İsrail ve Filistin konularını da görüştüklerini açıklamıştı.
   Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Mayıs 2008’de Osmanlı modeline övgüler yağdırmıştı. Harp Akademileri Komutanlığı’nda düzenlenen sempozyumun açılış konuşmasını yapan dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, bir gazetecinin, "İlk defa konuşmanızda Osmanlı dönemine atıf yaptınız" sözleri üzerine, bunun doğru olduğunu, Osmanlı egemenliği sırasında Orta Doğu’da mezhepler arasında çatışma olmadığını vurgulamıştı. Bir başka gazetecinin, "Türkiye için Osmanlı modelini önerenler var" sözleri üzerine Büyükanıt, "Benim, asla ve asla Türkiye Cumhuriyeti dışında bir model hayalimden geçmez. Ben tarihi bir gerçeği söylüyorum" demişti.
  2007 yılında, yeni Anayasa çalışması yapan Prof. Dr. Ergün Özbudun, Atatürk tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarının değiştirilmesini talep eden bir Anayasa taslağı hazırlamıştı. Budun taslağında, Cumhuriyetin temelini oluşturan Atatürk ilke ve İnkılaplarının, Anayasa’dan çıkartılmasını istemişti. Bu çalışmayla Osmanlı benzeri bir sisteme geçilmesi öngörmüştü. Bunun ardından da AKP’li Zafer Üskül, “Atatürk inkılaplarının Anayasadan çıkarılmasını” istemişti.
  Başbakan Erdoğan, 2010 yılı Ramazan ayında gazete ve TV kanallarının genel yayın yönetmenlerine Dolmabahçe’de verdiği iftar yemeğinde, Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı’nın güçlü, ayakları yere basan dönemlerini hedef göstermişti. Yemeğin ardından yaptığı açıklamada “Yeni Osmanlıcılık” özlemini dile getiren Erdoğan "Bizim şu anda üniter yapımızı çok güçlü kılmamız lazım. Ama şimdi şöyle bir Osmanlı’ya baktığımız zaman, Osmanlı bu noktada çok rahattı. Çünkü ayakları yere zaten sağlam basmıştı. Ondan sonra pergelin bir ucu her tarafa rahatlıkla dönebiliyordu. Bu noktadaydı. Şimdi bizim Türkiye Cumhuriyetimizi o noktaya getirmemiz lazım" demişti.
   Böylece, 2000’lere girilirken Türkiye ABD ve yerli işbirlikçilerince adım adım Atatürk’ten, Atatürk’ün “bağımsızlık ve çağdaşlık” anlayışından ve Türkiye’nin harcı durumundaki “ulus devlet” modelinden gittikçe uzaklaştırılmaya başlanmıştır. Atatürk’ü, ulus devleti, Türklük kavramını ve orduyu eleştirmek, etnik unsurları sıralayarak, cemaatleri ve cemaat liderlerini övmek “demokratlığın” olmazsa olmaz şartları haline gelmiştir.
   Dini referanslar gösteren, etnik ayrımcılığı körükleyen partiler “demokrat”; Atatürk’e ve Cumhuriyetin kuruluş felsefesine sahip çıkan partiler “darbeci” ve “anti demokrat” olarak adlandırılmıştır.
  Bugün bir taraftan “din istismarı” ve “Osmanlı seviciliği” yapılırken, diğer taraftan “laiklik eleştirileri” ve “Cumhuriyet düşmanlığı” yapılmaktadır.
  “İstanbul Devleti”, “Ortadoğu, Yakındoğu Federasyonu”, “Türk-Kürt Federasyonu”, “Büyük Ortadoğu Projesi” hayallerini gördüren “Yeni Osmanlı” artık kurulma noktasına gelmiştir.
  12 Haziran 2011 seçimleri sonrasında AKP Genelbaşkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “balkon konuşması”, bana balkondaki padişahın “Yeni Osmanlı”nın kuruluşunu müjdelemesi gibi geldi! Ama "istemezük!"...
Sinan Meydan
Odatv.com
Dipnotlar
[1] Orhan Türkdoğan, Türk Toplumunun Kültürel Dinamikleri, İstanbul, 2007, s.43,44.
[2] Ayrıntılar için bkz. Türkdoğan, age.
[3] Türkdoğan, age, s.29 vd.
[4] Doç. Dr. Hakan Özoğlu, “İstanbul Devleti Kurulacaktı”, Star gazetesi, 17 Kasım 2010..
[5] Cengiz Özakıncı, Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni Osmanlı Tuzağı, İstanbul, 2005, s.243, 244
[6] age, s.245.
[7] age, s.246,247.
[8] age, s.247
[9] Metin Sever-Cem Dizdar, İkinci Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları, Ağustos 1993.
[10] Özakıncı, age, s. 249.
[11] age, s.249,250
[12] age, s.253,254
[13] age, s.254.
[14] age, s.260
[15] age, s.261,262.
[16] Ayrıntılar için bkz, Özakınıcı, age, s. 262-266.
[17] İL ÖZEL İDARELERİ YASASI: Federal sistemin uygulandığı ABD, Kanada, İsviçre, Belçika gibi ülkelerden örnek alınarak hazırlanan yasayla, yerel yönetimler, daha da geniş imkan ve yetkilere kavuşturulmuştur. Böylece şehir devletçikleri olma yolunda ilk adım atılmıştır. MADEN YASASI: 89. Hükümet eliyle değiştirilen yasa ile kamu çıkarlarını bir yana atıp, madenciler, daha doğrusu madenci yabancı şirketler için kolaylaştırıcı düzenlemeler getirmiştir. KALKINMA AJANSLARI: Avrupa’nın, Osmanlı’ya dayattığı federalizm, AKP tarafından ’Kalkınma Ajansları’ adı altında önceki gün resmen uygulamaya konulmuştur. Türkiye, 26 bölgeye bölünmüştür. Bölgeler sözde yatırımlar için yabancı ülkelerle bile Ankara’yı pas geçerek direkt temasa geçebilecektir. Böylece Ankara’nın başkentliği sözde kalacak. İSTİNAF MAHKEMELERİ: Eyalet sistemini yerleştirmek için atılan en önemli adımlardan birisidir. Cumhuriyet’in kuruluşunda şeri mahkemelerle birlikte kaldırılan ve Eyalet sistemine özgü bir yapı olan bölge (istinaf) mahkemeleri kurulmaya devam edilecektir. YABANCIYA TOPRAK SATIŞI: Yine başta tapu kanunu olmak üzere bir dizi yasada değişiklikler yapılarak yabancı özel ve tüzel kişilerin mülk edinmelerinin önü açılmıştır. İÇ GÜVENLİK REFORMU: AB’nin istediği projeye göre Emniyet, Jandarma ve Sahil Güvenlik, yeni kurulacak ’İç Güvenlik Müsteşarlığı’na bağlanacak. Böylece TSK etkisizleştirilirken, jandarma da sivilleşecektir. Sınır güvenliğini sağlama görevi Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan alınarak, İçişleri Bakanlığı sorumluluğuna verilecektir…
Yeniçağ Gazetesi, 7 Eylül 2007.