8 Haziran 2011 Çarşamba

MODERN DÜNYADA MİSYONERLİĞİN YENİ YÜZÜ : DİNLER ARASI DİYALOG

MODERN DÜNYADA MİSYONERLİĞİN YENİ YÜZÜ : DİNLER ARASI DİYALOG


(*) Prof. Dr. Baki Adam
Dinler arası diyalog; farklı dinlere ve kültürlere mensup insanların bir araya gelip, birbirlerine kendi görüşlerini empoze etmeden, birbirlerini kandırmadan çeşitli konularda bilgi alış verişinde bulunmaları, yaşanan sorunlara birlikte çözüm aramaya çalışmalarıdır. Böyle bir diyalog, insanî ve ahlakîdir; insana yaraşır bir davranış biçimidir.
Farklı dine, kültüre ve dünya görüşüne sahip insanların birbirleriyle münasebet kurmaları ilk defa günümüzde gerçekleşmiş değildir. Tarihte Müslümanlarla Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında zaman zaman olumlu münasebetler kurulmuştur. Çeşitli zamanlarda ve mekanlarda üç dinin mensupları bir araya gelmiş ve birbirlerini kırmadan dinî tartışmalarda bulunmuşlardır. Tarih kitaplarında bunların örnekleri anlatılmaktadır. Fakat bu diyalog faaliyetleri günümüzde olduğu gibi sistemli bir şekilde yürütülmemiştir.
Sistemli bir faaliyet olarak dinler arası diyalogun kaynağı Hıristiyan Katoliklerdir. Katolikler, 1962-1965 yılları arasında üç yıl devam eden II. Vatikan Konsülü’nde Hıristiyanlık dışındaki dinlerin mensuplarıyla diyaloga girilmesini kararlaştırmışlardır. Bu Konsülde, başta Yahudiler ve Müslümanlar olmak üzere Hindulardan, Budistlerden ve diğer dinlerin mensuplarından saygıyla bahsetmişler ve onların inançlarını Hıristiyanlık açısından övmüşlerdir. Ayrıca, diğer dinlere ve mensuplarına saygıyla yaklaşılması, onlarla diyaloga girilmesi konusunda Hıristiyanlara tavsiyelerde bulunmuşlardır. Katolikler, dinler arası diyalogu gerçekleştirmek için çeşitli birimler oluşturmuşlar ve uzmanlar yetiştirmişlerdir. Günümüzde Katolik Hıristiyanlar bu birimler ve uzmanlar vasıtasıyla dünyanın her yerinde diyalog girişiminde bulunmaktadırlar. Fakat, Hıristiyanların geçmişteki misyonerlik faaliyetlerini unutmayan diğer dinlerin mensupları, Katoliklerin bu girişimlerini şüpheyle karşılamaktadırlar. Bunun bir misyonerlik oyunu olmasından endişe duymaktadırlar.
Protestan Hıristiyanlar, Hıristiyanlığın dışında başka bir dinin varlığını kabullenmenin İncilin ruhuna ters düşeceğine inandıkları için, bazı gruplar dışında, dinler arası diyalog faaliyetlerine katılmazlar. İsa Mesih'in tekrar yeryüzüne gelip Tanrı Krallığını kurması için herkesin Hıristiyanlaştırılması gerektiğine inanan Protestanlar, her türlü imkanı ve yolu kullanarak  dünyanın dört bucağında geleneksel misyonerlik faaliyetlerini sürdürmektedirler. Bunlardan bazıları, Türkiye'de Mesih İnanlıları adı altında misyonerlik yapmaktadır. Ortodoks Hıristiyanlar ise milli Kiliseler etrafında teşkilatlandıklarından, bazı istisnaları dışında, Katolikler gibi diyalog girişiminde bulunmazlar.
Protestanlardan ve Ortodokslardan farklı olarak Katolik Hıristiyanların diğer dinlerin mensuplarıyla niçin diyaloga girme ihtiyacı hissettiklerini anlayabilmek için genel tarihsel sürece bir göz atmakta fayda bulunmaktadır.
Katolik Hıristiyanların Hıristiyanlık dışındaki dinler ve bu dinlerin bağlılarıyla ilgili  yaklaşımları tarihî bir gelişim göstermektedir. Hıristiyan kutsal kitaplarında dinî inancın muhtelif şekillerinden bahsedilmiştir. Fakat Katolik Kilisesi, XV. yüzyılın ortalarına kadar bu inanç şekillerinden ve daha sonra ortaya çıkan dinlerden ciddî şekilde bahsetmeyi gerekli görmemiştir. Bunun nedeni, Katolik Kilisesi'nin diğer Kiliseler gibi Hıristiyanlık'tan başka din tanımamasıdır. Kilise, insanoğlunun dinî tarihinde Yahudiliğe az da olsa yer vermekle birlikte, Hıristiyanlığın çıkışından sonra Yahudilik de dahil olmak üzere hiçbir dini geçerli saymamıştır. Buna bağlı olarak, zamanla, "Kilise dışında kurtuluş yoktur" (Extra Ecclesiam Nulla Salus) öğretisi, Kilisenin resmî öğretisi haline gelmiştir. Kilisenin anlayışına göre,  Hıristiyanlığın dışında kalan sözde dinler kaba ve ilkeldir. Bu dinler, Eski Ahid peygamberlerinin şiddetle reddettikleri dinlerden farklı değildir. Nasıl ki Yahudilik, çevresindeki dinleri ortadan kaldırıp tek din haline gelmişse, Hıristiyanlık da bütün dinleri yutacak ve zamanla Hıristiyanlık dışında hiçbir din kalmayacaktır[1].
Akdeniz'in çevresindeki ülkelerden ibaret küçücük bir dünya tanıyan Katolik Kilisesi, bu dünyada yaşayan insanların İncil'i tanımamaları için hiçbir sebebin bulunmadığına inanmış ve bu inanca bağlı olarak, Kilise dışında kalanların ebedî olarak cehennem ateşiyle cezalandırılacaklarını ilan etmiştir. Fakat, XV. yüzyıldan itibaren başlayan coğrafî keşifler sonucunda dünyanın sadece Akdeniz'in çevresinden ibaret olmadığının anlaşılması üzerine Hıristiyan teologlar, insanlığın kurtuluşuyla ilgili eski görüşleri yeniden gözden geçirmeye başlamışlardır. Çünkü bu keşifler sonucunda, İncil'in ulaşmadığı sayısız putperest topluluklarla karşılaşılmıştır. Kısa zamanda bu toplulukların İncil'le tanıştırılmaları pek mümkün görünmediğinden, bu toplulukların hepsini cehennemlik olarak değerlendirmek, Katolik Hıristiyan ilahiyatçıların vicdanını rahatsız etmiştir. İncil'le tanışmayan bu toplulukların "Tanrı'nın evrensel kurtuluş plânı"ndaki konumu, Katolik Hıristiyan ilahiyatçılar arasında ciddî tartışmalara yol açmıştır[2]. Fakat bu tartışmalar Katolik Hıristiyanların genelini etkilememiş, bir gün bütün dünyanın mutlaka Hıristiyanlaşacağı inancı bütün Hıristiyanlar gibi Katolik Hıristiyanlar arasında da yaygınlığını korumuştur. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hıristiyan dünyanın güçlenmesi ve zamanla siyasî ve askerî büyük başarılar kazanması, bu inancının çok yakın zamanda gerçeğe dönüşeceği umudunu doğurmuştur. Hatta, 1910'da İskoçya'nın Edinburg kentinde yapılan Dünya Misyonu Konferansı'nda,  Büyük Britanya gibi Hıristiyan ülkelerin Hıristiyan olmayan büyük ülkelere karşı kazandığı zaferlerden doğan taşkınlıkla, bütün dünyanın on yıl içinde Hıristiyanlaşacağı kehanetinde bulunulmuştur[3]. Fakat bu kehanet gerçekleşmediği gibi, II. Dünya Savaşı sonrasında durum ters yönde gelişmiştir. 1949 devriminden sonra Çin uyanmış ve güçlenmiştir. Hindistan, Mahatma Gandhi liderliğinde yürütülen bağımsızlık hareketini 1947 yılında başarıyla sonuçlandırmış ve Büyük Britanya'dan bağımsızlığını kazanmıştır. Ayrıca, diğer sömürge ülkeleri de teker teker bağımsızlıklarını kazanmaya başlamıştır. Bu durum, Katolik misyonerlerin istedikleri gibi hareket etmelerine engel teşkil etmiştir. Bunun dışında, Hindistan gibi bazı ülkeler bağımsızlıktan sonra güç kazanınca, Kuzey Amerika ve Avrupa'ya kültür ihraç etmeye başlamışlardır. Bunun neticesinde, Krişna hareketi gibi modern dinî düşünce akımları, Hıristiyan Batı dünyasında etkisini artırmıştır.
            Sonuç olarak; sömürgeciliğin çöküşü, iletişimdeki devrim ve çoğulcu toplumun doğuşu misyonerliğin geleneksel tarzda yürütülmesini zorlaştırmıştır. Ayrıca bu olaylar, Katolik Kilisesi'ni yüz yüze geldiği ve yakından tanıdığı dinlerin anlamı üzerinde düşünmeye sevk etmiştir. Beşerî ilimler sahasındaki yeni keşifler, dünya nüfusu hakkındaki istatistikî veriler, her türlü misyonerlik çalışmalarına rağmen insanlık tarihinde İsa'yı Tanrı olarak tanıyan ve ona inanan Hıristiyanların çok küçük bir dilimi oluşturduğunu göstermiştir. Bu durum, Hıristiyanlığın diğer dinleri ortadan kaldırıp tek din haline geleceği şeklindeki  Ortaçağ anlayışını da sarsmıştır. Bunun sonucunda, dünyanın diğer dinleri hakkında öncekinden daha şiddetli kelami tartışmalar başlamıştır[4]. Bazı Katolik ilahiyatçılar, Hıristiyanlığın evrensel fıtrat dini olduğu anlayışından hareketle, Hıristiyanlık dışı dinlere mensup olanları "İsimsiz Hıristiyanlar" olarak değerlendirme yoluna gitmiş ve bunlar için kurtuluş reçeteleri hazırlamışlardır. Bunların başında, meşhur Katolik ilahiyatçı Karl Rahner gelmektedir. Karl Rahner, ilk defa Aziz Justin'in (100-163) fikirlerinde görülen "İsimsiz Hıristiyanlar" anlayışını[5] bir öğreti şeklinde geliştirmeye çalışmıştır. O, diğer halkların kültürlerinde ve dinî sistemlerinde yer alan bazı unsurları Mesihî vahyin ürünleri olarak görmüştür. Onun "vaftiz edilmemiş Hıristiyanlar" olarak değerlendirdiği halklar bunları, İsa Mesih aracılığıyla kazanmışlardır. Fakat bu halklar, İsa Mesih'in farkında değildirler. Her ne kadar, tarihle ve İsa Mesih'in geleneğiyle irtibat halinde olmasalar da, yaşamlarında onun sırrını hissetmektedirler. Misyonerler, kendi kültürleri ve dinî sistemleri içinde o halklara İsa Mesih'i tanıtarak onların kurtuluşunu sağlamalıdırlar[6].
Modern dünyada misyonerliğin geleneksel tarzda yürütülmesinin zorluğunu fark eden Katolik Kilisesi, "dinler arası diyalog" kavramını gündeme getirmiştir. Karl Rahner'in anlayışını benimseyen Kilise, dinler arası diyalog anlayışını da bu zemin üzerine oturtmuştur. II. Vatikan Konsülü'nde diğer dinlerin manevî değerlerini kısmen tanıyan Katolik Kilisesi, bu dinlerin mensuplarıyla, onların gizli birer Hıristiyan oldukları anlayışından hareket ederek,  "birbirini tanımak" ve "inancı paylaşmak" için diyaloga girilmesini benimsemiştir. Papa VI. Paul, 6 Ağustos 1964'te ilan ettiği Ecclesiam Suam isimli bildirisinde diyalogdan bahsetmiş ve böylece diyalog kavramı Konsül dokümanlarına girmiştir[7]. Papa VI. Paul bu bildirisinde, Kilisenin içerde ve dışarıda bütün insanlarla diyaloga girmesini ve bunun için daima hazırlıklı olmasını bildirmiştir. Papa, bunun gerekçesini açıklarken, Kilisenin bütün insanlık için olduğunu, dolayısıyla diyalogun bütün insanları kurtuluşa ulaştırma diyalogu olduğunu belirtmiştir. Yani, Papanın anlayışına göre kurtuluş Katolik Kilisesi'nden geçmektedir. İnsanları Katolik Kilisesi'ne yaklaştırabilmek için onlarla diyaloga girilmelidir.
II. Vatikan Konsülü'nde, Papa VI. Paul'un bu bildirisi çerçevesinde misyonerlik ve diyalog birbirini tamamlayacak şekilde ele alınmıştır. Buna göre Katolik Kilisesi, bütün din mensuplarıyla ve diğer Hıristiyanlarla diyaloga girmek durumundadır[8]. Katolikler; gerçek, doğru, kutsal ve sevgiye layık her şeyin ilan edilmesi ve açıklanması hususunda bütün iyi niyetli insanlarla işbirliği konusunda faal olmalıdırlar. Onlarla diyaloga girmeli ve onlara anlayış ve nezaketle yaklaşmalıdırlar. Çünkü Katolikler, İncil'in çizgisine yakın bütün kurumları ıslah etmenin yollarını araştırmak konumundadırlar[9].
            Katolik Kilisesi, II. Vatikan Konsülü sonrasında misyonerlikle diyalog arasındaki ilişkiyi, Papalık bildirilerinde[10] ve Papalık Dinlerarası Diyalog Konsülü'nün (Pontifical Council for Interreligious Dialogue) hazırladığı dokümanlarda Hıristiyanlığın ilkeleri açısından temellendirerek ortaya koymuştur. Papalık Dinlerarası Diyalog Konsülü ile Halkların Hıristiyanlaştırılması Kongregasyonu'nun (Congregation for the Evangelization of Peoples) birlikte hazırladığı ve 1991'de yayınlanan Dialogue and Proclamation isimli dokümanda, diyalog, misyon ve kurtuluş arasındaki ilişki net bir şekilde ortaya konmuştur. Bu dokümanda, II. Vatikan Konsülü dokümanlarına atıflarda bulunularak, Katolik Kilisesi'nin diğer dinî geleneklere olumlu baktığı, onlarda ilahî vahyin tesirlerinin bulunduğunu kabul ettiği belirtilmektir. Ancak, ilahî vahyin tesirlerini taşıyan bu unsurların İsa Mesih'te tamamlanması gerekmektedir. Bu da, Kilisenin misyonerlik faaliyetlerini sürdürmesini gerektirmektedir[11].
            Dokümanda, Kilisenin İncil'i yayma görevinde dinler arası diyalogun yeri izah edilirken, diyalog ile "insanların kurtuluşu" arasında bağlantı kurulmaktadır. Dokümana göre, Tanrı tüm insanların kurtuluşunu plânladığı için Katolik Kilisesi, herkesle diyaloga girmek ve onların ihtidasını sağlamak zorundadır. Çünkü Kilise, kurtuluşun evrensel aracısıdır[12]. Papa II. John Paul de, dinler arası diyalogun Kilisenin insanları dinlerinden döndürme (evangelizasyon) görevinin bir parçası olduğunu belirtmiştir[13].
Netice olarak Katolik Kilisesi, dinler arası diyalogu insanları Hıristiyanlaştırma faaliyetlerinde bir metot olarak kullandığını açıkça belirtmekten çekinmemiştir. Bugün diyalog, Katolik misyonerlerin öne çıkardığı ve önem verdiği misyonerlik metotlarından biridir. Katolik misyonerler bu metot sayesinde, faaliyetlerini ilgili ülkelerin ve halkların nazarında meşruluk kazandırmaya çalışmaktadırlar. Geçmişte yaşanan olumsuz olayları unutmayı, bugüne taşımamayı tavsiye eden Katolikler,  çeşitli dinlere mensup insanların bir araya gelip ortak problemlere birlikte çözüm aramaları gerektiğini ileri sürerek barışçıl ve iyi niyetli bir tavır sergilemeye çalışmaktadırlar. Diyalog çağrıları vasıtasıyla faaliyetlerine meşruluk kazandırmaya çalışan Katolik misyonerler, Hıristiyanlığı yaymak istedikleri ülkedeki insanların dinî inançlarını, siyasî, kültürel ve ekonomik problemlerini tespit ederek ona göre misyonerlik yöntemleri belirlemektedirler. Bu yöntemlerden biri inkültürasyondur.
Terim olarak inanç-kültür uzlaşması anlamına gelen inkültürasyon, İncil'in mesajını dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan halkların kültürlerine uygun hale getirme faaliyetidir. Katolik misyonerler, diyalog ve diğer metotlar vasıtasıyla, Hıristiyan öğretilerinin yayılacağı ülkenin kültür yapısı üzerinde önce bir inceleme yapmaktadırlar. Bu incelemedeki amaç, o kültürdeki unsurlarla Hıristiyanlık arasında benzerlik kurabilmektir. Benzerlik kurulduktan sonra, Hıristiyanlığın o kültürle nasıl uzlaştırılacağının tespiti yapılmaktadır. Örneğin, Müslüman kültüründe Hz. İsa ile ilgili bir takım inançlar vardır. Müslümanlar, Hz. İsa’nın bir peygamber olduğuna inanır ve onun annesi Meryem’e saygı gösterirler. Müslüman inancına göre İsa, Allah’ın Meryem’in rahmine ruhundan üflemesiyle dünyaya gelmiştir. Yani, İsa’nın beşer bir babası yoktur. Müslüman kültüründe Hıristiyanlık açısından burada eksik olan husus, İsa’nın Allah’ın oğlu bir Tanrı olmasıdır. Bu da, bir şekilde Müslüman kültürüne yerleştirilecektir. Aynı şekilde Katolik misyonerler, Hindu ve Budist inancında da Hıristiyanlıkla benzerlikler bulabilmektedirler.
Hıristiyan Birliği (Ökümenizm) ve Yahudilerle Diyalog
Katolik Kilisesi'nde dinler arası diyalog anlayışının ortaya çıkmasının en önemli nedenlerinden biri, Yahudilerle ilişkilerin düzeltilerek Hıristiyan birliğine onların da dahil edilmesi isteğidir. Katolik Kilisesi'nin merkezi Vatikan, II. Dünya Savaşı'nda altı milyona yakın Yahudinin Naziler tarafından öldürülmesinin verdiği suçluluk duygusu ve 1948'de Filistin'de kurulan bağımsız İsrail Devleti'ni Hıristiyanların çıkarları için kullanma amacı gibi nedenlerle, Yahudilerle ilişkileri düzeltmek ve onları Hıristiyan birliğine dahil etmek istemiştir.

Yahudilerle diyalog girişimini ilk başlatan, Yahudilerin "İyi John" (John the Good) dedikleri Papa XXIII. John'dur. Asıl adı Angelo Giuseppe Roncalli olan Papa XXIII. John, 1958 sonbaharında Katolik Kilisesi'nde bir reform hareketi başlatmış; Katolik, Ortodosk, Protestan ve Yahudiler arasında ökümenik birliğin sağlanması için faaliyete girişmiştir. Papa, bu amaçla, 1960'da Hıristiyan Birliğini Sağlama Sekretaryasını kurdurtmuştur. Bu Sekretaryanın üçlü bir hedefi vardı: Hıristiyan birliğini güçlendirmek, dinî özgürlüğü garanti altına almak ve Yahudilerle diyalogu geliştirmek. Sekreterya, 1960'ın sonlarında bir "Yahudi Deklarasyonu" hazırlamış ve bu deklarasyon tartışılarak kabul edilmiştir.
            Bu bahar havasında, Yahudi-Katolik ilişkileri iyileşmeye başlamıştır. Sekretarya'nın tavsiyeleriyle, Katolik dokümanları ve okul kitapları gözden geçirilip Yahudi aleyhtarı kısımlar düzeltilmiştir. Bir çok kardinal, İsa'nın Yahudiliğini hatırlamış ve Papa XXIII. John'un hareketini destekler mahiyette faaliyette bulunmuştur. Bazıları Yahudi sinagoglarını ziyaret ederek dua etmiş; Yahudilere karşı yapılanlardan dolayı bağışlanma dilemiştir.
            Papa XXIII. John, II.Vatikan Konsülü'nin açılışını ilan eder etmez, Hıristiyan Birliğini Sağlama Sekretaryasına, Yahudi aleyhtarlığına (antisemitizm) ve Yahudilerin Tanrı katili oldukları inancına karşı bir doküman hazırlamasını emretmiştir. Sonuçta, diğer dinler ve kültürler hakkında Katolik Kilisesi'nin tavrını belirlemek için hazırlanan Nostra Aetate dokümanı ortaya çıkmıştır.
Dokümanın Yahudilerle ilgili kısmında, Hıristiyanlığın Yahudilerle tarihsel bağı üzerinde durulmuş ve ortak mirastan bahsedilmiştir. Sonra, Yahudilerle olan dini problemlere değinilmiştir. Yahudilerin İncilleri kabul etmedikleri, bununla birlikte Tanrının sevgili kulları oldukları hatırlatılmıştır. Ayrıca, İsa'nın öldürülmesinde Yahudi liderlerin rolünü dile getiren Yuhanna İncili'ndeki pasajlara dikkat çekilmiş ve yeni bir yorum getirilmiştir. Burada, İsa'nın ölümünden bütün Yahudilerin sorumlu olmadığı, bugünkü Yahudilerin ise hiçbir sorumluluğunun bulunmadığı, bu nedenle onların lanetlenmemesi gerektiği belirtilmiştir.
      Bütün bunlardan sonra Katolikler, Yahudilere aralarındaki sorunları çözümlemek amacıyla diyalog çağrısında bulunmuşlar, değişik zamanlarda ve mekanlarda Yahudilerle diyalog toplantıları düzenlemişlerdir. Sonuçta, Yahudilerle Katolikler arasında yapılan bir dizi görüşmenin ardından, 15 Haziran 1994’de tam diplomatik ilişki ilan edilerek Vatikan’ın İsrail Devleti’ni tanıması sağlanmıştır. Siyasal alanda diyalog gelişme göstermekle birlikte, Yahudi din otoriteleri ve ilahiyatçı bilim adamları Katoliklerin diyalog girişimlerine şüpheyle bakmaktadırlar. Meşhur ilahiyatçı bilim adamı Jacob Neusner, Katoliklerin yaklaşımını diyalog değil monolog, yani tek taraflı yaklaşım olarak değerlendirmektedir.

HIRİSTİYANLARIN MÜSLÜMANLARLA DİYALOGU

Hıristiyanların İslâm'a ve Müslümanlara bakışı, Yahudiliğe ve Yahudilere bakışından farklılık gösterir. Bunun nedeni, Hıristiyanlık'la İslâm arasında tarihsel bağın bulunmamasıdır. Hıristiyanlık'tan sonra farklı bir coğrafî ve kültürel ortamda ortaya çıkan İslâm, Yahudilik'ten ve Hıristiyanlık'tan bağımsız bir şekilde gelişmiştir. Bununla birlikte, İslâm'ın bu dinlerle dinî gelenek bakımından müşterekliği bulunmaktadır. Esas bakımından her üç dinin referans kaynağı aynıdır. Fakat bu müştereklik, tarih üstü olup, vahiy yoluyla tesis edilmiştir. Bu nedenle İslam, Hıristiyanlık için ciddi problemler doğurmamıştır. Daha açık bir ifadeyle, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında "seçilmişlik mirası", “Mesih” ve "Tanrı katilliği" gibi esasa teallük eden ve toplumlar arasında kinin doğmasına sebep olan dini bir çatışma söz konusu değildir. Bu bakımdan, II.Vatikan Konsülü'ne kadar hiçbir konsül dokümanında İslâm'dan ve Müslümanlardan söz edilmemiştir. Ancak bu, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında dini tartışmaların cereyan etmediği anlamına da gelmemektedir.

            Tarihte Hıristiyan-Müslüman İlişkileri


            Hıristiyanların Müslümanlarla ilk teması, Hz.Muhammed'in İslâm'ı tebliğ ettiği dönemlere kadar geriye gitmektedir. Arapça konuşan Necran'lı Hırıstiyanların Medine'ye gelerek Hz. Muhammed'le tartışmalarını (MS 631) ilk Hıristiyan-Müslüman diyalogu olarak değerlendirmek mümkündür.
            Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında ciddî sıcak tartışmalar, İslâm'ın Yunanca konuşan (buna Süryanice ve Kıptice konuşanlar da dahil) Hıristiyanların topraklarına girmesiyle başlamıştır. Yunanca konuşan Doğulu Hıristiyan ilahiyatçılar İslâm'la ilk karşılaştıklarında, onu Hıristiyanlığa ait ayrılıkçı (heretik) bir hareket olarak görmüşlerdir. Fakat, İslâm'ı daha yakından tanıyınca, onun, zannettiklerinden farklı bir inanç yapısına sahip olduğunu fark etmişler ve Hıristiyanlığı ona karşı savunmaya çalışmışlardır. Bunu yaparken, İslâm'a hücum etmekten geri durmamışlardır. İslâm'ın peygamberi Hz. Muhammed'i olumsuz sıfatlarla tanımlamaya kalkmışlar ve ona bir takım ahlakî zayıflıklar isnat etmekten çekinmemişlerdir.
            Batı Hıristiyanlığı ise, ilk dönemlerde henüz İslâm'dan ve Müslümanlardan habersizdir. Çünkü, VIII.yüzyılın başlarında İspanya'nın fethi ile IX.yüzyılda Sicilya'nın alınmasına kadar Batılı Hıristiyanlar Müslümanlarla yakın temasa geçmemişlerdir. Bu yüzden, Doğulu Ortodoks ve Monofizit ilahiyatçıların çalışmaları onları ilgilendirmemiştir. IX. Yüzyıldan itibaren, bu bölgelerde ve Akdeniz'in güney kıyılarında kültürce kendilerinden çok daha üstün olan ve büyük bir askerî güce sahip olan Müslümanlarla karşılaşınca, İslâm'ın ve Müslümanların kendileri için büyük bir tehlike olduğunu anlamışlardır. Müslümanlar, onlar için bir korku vasıtası olmuştur. Hz. Muhammed'in adından bozulma Mahound, Hıristiyan halk arasında şeytanla bir tutulmuştur. Daha sonra, Haçlı Seferleri sırasında Hıristiyan bilginler İslâm'ı daha yakından tanıma imkanı bulmuşlardır. Fakat, İslâm'ı olduğu gibi Avrupa'ya sunmanın yerine, çarpıtılmış bir İslâm ve Müslüman imajı sunmayı tercih etmişlerdir. Bunun sebebi, Hıristiyan bilginlerin İslâm kültürü karşısında bir aşağılık kompleksine kapılmış olmalarıdır. Onlar, İslâm'ı yanlış olarak sunmak suretiyle, onun, Hıristiyanlık'tan aşağı bir din olduğunu göstermek istemişlerdir.
            Geneldeki bu olumsuz bakışa rağmen, XVI. yüzyıldan itibaren İslâm'ı gerçek yönüyle tanıtan ve onu, müntesiplerini kurtuluşa ulaştıracak bir din olarak gören ilahiyatçılar da olmuştur. Fakat, bunların sayısı oldukça azdır. Katolik Kilisesi'nin "Kilise dışında kurtuluş yoktur" öğretisini tarihsel perspektifte ortaya koymaya çalışan Francis A. Sullivan, İslâm'ı kurtarıcı din olarak gören sadece birkaç Hıristiyan teologunun bulunduğunu bildirmektedir.
           II. Vatikan Konsülü Sonrasında İslâm  ve Müslüman Anlayışı
II. Vatikan Konsülü, bir çok bakımdan olduğu gibi Müslümanlar açısından da önemli bir konsüldür. İlk defa bu konsülde, Müslümanlardan, onların inanç ve ibadetlerinden söz edilmiştir. En önemlisi de, bu konuda olumlu ifadelerin kullanılmasıdır. Bu ifadeler, Katolik Kilisesi'nin diğer dinlere bakışını ortaya koyan Nostra Aetate ile Türkçe'ye Tanrı'nın Ailesi[14] adıyla çevrilen Lumen Gentium dokümanlarında bulunmaktadır.
            Bu dokümanlarda yer alan ifadelerin referans kaynağı, Papa  VII. Gregory'nin 1076 yılında Moritanya kralı Anzir'e (Nasır) yazdığı mektuptur. Papa VII. Gregory, Moritanya kralı Anzir'in bazı tutukluları serbest bırakması ve diğer tutukluları da en kısa zamanda serbest bırakacağını söz vermesi üzerine ona bir teşekkür mektubu göndermiştir. Papa VII. Gregory, mektubunda, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yakın bağın bulunduğunu, aynı Tanrı'ya ibadet ettiklerini ifade etmiş ve özetle şunları söylemiştir: "Biz ve siz, bu hayırseverliğin örneklerini özel bir tarzda diğer milletlere göstermeliyiz. Çünkü biz, farklı şekillerde de olsa, tek bir Tanrıya inanır, ona hamd eder ve bütün çağların yaratıcısı ve bu dünyanın hakimi olarak ona günlük ibadet ederiz...Tanrı, sizi samimiyetle sevdiğimizi, her iki dünyada sizin saadetinizi ve kurtuluşunuzu arzu ettiğimizi bilir. Kalbimiz ve dudaklarımızla, Tanrı'nın sizi mutluluğa, kutsal babamız İbrahim'in kucağına ulaştırmasını niyaz ederiz...".
             Konsül dokümanlarında Müslümanlarla ilgili ifadelerin yer almasına asıl sebep olansa, konsül ortasında papalığa seçilen VI. Paul'un  6 Ağostos 1964'de yayınladığıEcclesiam Suam isimli bildirisidir. Papa bu bildiride, Kilisenin Hıristiyanlık dışındaki dinlerle diyaloga girmesini tavsiye ederken, özellikle Yahudilerden ve Müslümanlardan bahsetmiştir. Papa burada, Müslümanların dininin takdire şayan olduğunu, Tanrı'ya ibadetlerinde iyi ve doğru şeylerin bulunduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, diğer dinleri de söz konusu ederek, doğru ve gerçek tek bir dinin bulunduğunu, bunun da Hıristiyanlık olduğunu açıklamaktan geri durmamıştır.
            Papa VI. Paul'un bu bildirisi yayınlandığında, Konsül henüz ökümenizm ve Yahudilerle ilgili bir bildiri hazırlamakla meşguldü. Konsül dokümanlarında Yahudiler lehine ifadelere yer verilmesi Ortadoğu piskoposlarının (bişhop) hoşuna gitmemişti. Piskoposlar, Arap-İsrail çatışmasının devam ettiği bir ortamda bunun iyi olmayacağını, Yahudilikten bahsedilecekse İslâm'a da yer verilmesi gerektiğini belirtmişlerdi. Onların bu itirazını haklı bulan Papa VI. Paul, Konsülün ikinci ve üçüncü oturumları arasında iki komisyon oluşturmuş ve başlangıçta ismi "Ökümenizm ve Yahudiler Deklarasyonu" olarak plânlanan, fakat sonuçta "Kilisenin Hıristiyanlık Dışı Dinlerle İlişkisi Deklarasyonu" (Nostra Aetate) şeklinde değişen dokümanla "Lumen Gentium" (Kilisenin Dogmatik Yapısı) isimli dokümana Müslümanlarla ilgili iki paragrafın ilave edilmesini istemişti.
28 Ekim 1965'de kabul edilen Nostra Aetate dokümanının üçüncü maddesinde Müslümanlarla ilgili olarak şu ifadelere yer verilmiştir:
            "Kilise, Müslümanlara da büyük bir saygıyla bakar. Onlar; tek, hayatta olan, merhametli, müteâl, göğün ve yerin Yaratıcısı ve insana hitap eden Tanrı'ya ibadet ederler. Müslümanlar, kendi inançlarıyla derinden bağ kurdukları İbrahim'in Tanrının plânına teslim olması gibi, çekinmeden Tanrının gizli emirlerine boyun eğmeye çalışırlar. Her ne kadar Tanrı olarak kabul etmeseler de, İsa'ya bir peygamber olarak saygı gösterirler. Aynı zamanda, onun bakire annesini de yüceltirler ve zaman zaman onu samimiyetle anarlar. Daha da ötesi, ölümden sonra dirilmeyi takip eden hüküm gününü ve Tanrının vereceği karşılığı beklerler. Bu nedenle onlar, dürüst yaşamaya oldukça değer verirler. Tanrıya, özellikle dua, oruç ve sadaka yoluyla ibadet ederler.
            Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında, asırlar boyunca pek çok ayrılık ve düşmanlık  meydana gelmiştir. Konsül taraflara, geçmişi unutmalarını, karşılıklı anlayışı sağlamak için samimî gayret göstermelerini; insanlığın menfaati için barışı, özgürlüğü, sosyal adaleti ve ahlakî değerleri birlikte koruyup ilerletmelerini tavsiye eder". 
            Katolik Hıristiyanlar, II.Vatikan Konsülü dokümanlarındaki ifadeler çerçevesinde, Yahudilerle olduğu gibi Müslümanlarla da diyalogun alanlarını ve metotlarını belirlemek için çalışmaları sürdürmüştür. Bu amaçla, şimdiki adı Papalık Dinlerarası Diyalog Konsülü  olan Hıristiyanlık Dışı Dinler Sekreteryası  bünyesinde 1974 yılında kurulan "Katolik-Yahudi İlişkileri Komisyonu"yla birlikte bir de İslâm komisyonu kurulmuştur.  Ayrıca, 1979-1980 yıllarında Maurice Borrmans'a bir klavuz kitap hazırlatılmıştır. Orientations pour un dialogue entre Chrétiens et Musulmans adını taşıyan kitap, Guidelines for Dialogue Between Christians and Muslims adı altında İngilizce'ye, “Müslümanlarla Hıristiyanlar Arasında Diyaloga Yönelişler” adıyla da Türkçe’ye çevrilmiştir. Katoliklerin Müslüman cemaatler, dini liderler ve bilim adamlarıyla diyalog çalışmaları artarak devam etmektedir. Katolikler, yetiştirdikleri özel elemanlar aracılığıyla her Müslüman ülkede, çeşitli yerlerde ve zamanlarda diyalog toplantıları düzenlemektedirler.
MÜSLÜMANLAR AÇISINDAN YAHUDİLERLE VE HIRİSTİYANLARLA DİYALOG
Kur’an-ı Kerim, inanç bakımından insanları Müşrik, Ehl-i Kitap ve Müslüman olmak üzere üç kategoride değerlendirmektedir. Müşrikler, Allah’a ortak koşan ve putlara tapanlardır. Onlarla tek bir Allah’a iman edene kadar mücadele etmek gerekir. Ehl-i Kitap, kendilerine kitap verilen inanç sahipleridir. Bunların başında Yahudiler ve Hıristiyanlar gelmektedir. Bazı Müslüman bilginler Sabiîleri ve Mecusîleri de Ehl-i Kitap’tan saymış ve onlara Ehl-i Kitap muamelesi yapılmasını istemişlerdir. Müslümanlar ise, Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanan ve onun tebliğ ettiği dini yaşayan insanlardır.
Kur’an-ı Kerim’de, dinî gelenek bakımından Müslümanlarla farklılıkları en az seviyede olan din mensupları olarak Yahudiler ve Hıristiyanlar sayılmaktadır. Tevhid anlayışı, ahiret inancı ve “salih amel” bakımından bu dinlerin mensupları ile ortaklıktan bahsedilmekte ve bu hususlar Yahudilerle Hıristiyanlara da hatırlatılmaktadır. Allah, Müslümanları, Yahudileri ve Hıristiyanları aralarında ortak olan hususlarda birleşmeye çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim Tanrımız da, sizin Tanrınız da birdir. Biz ona teslim olanlarız.” (Ankebut 46).
Kur’an-ı Kerim’e göre Ehl-i Kitab'ın hepsi bir değildir. Onların içinde geceleri ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanan insanlar vardır. Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emreder kötülükten men ederler. Hayır işlerine koşarlar. Onlar, iyilerdendir. Onların yapacakları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır (Al-i İmran 113-115). Yine Ehl-i Kitap arasında, kendilerine güvenilebilecek kimseler de vardır. Bunlara bir ton altın emanet edilse, çekinmeden geriye iade ederler. Bazıları da vardır ki, bir altını bile geriye alabilmek için günlerce uğraşmak gerekir (Ali-i imran 5).
Kur’an-ı Kerim’de, Yahudilerle Hıristiyanlar inançları ve davranışları bakımından da ayrı ayrı değerlendirilmiş ve onlara bir takım eleştiriler yöneltilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler
Kur’an-ı Kerim’de, Ehl-i Kitap içerisinde en çok Yahudilerden bahsedilmiştir. Bunun nedeni, İslâm’ın doğuşu döneminde Yahudilerle yaşanan sorunlardır. Bilindiği gibi, Medine ve civarında bir çok Yahudi kabilesi yaşamaktaydı. Bunlar, Nadiroğulları, Kaynukaoğulları, Kureyzaoğulları, Hayber ve Fedek Yahudileri idi. Yahudiler, Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara karşı şiddetli tepki göstermişlerdi. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim'de Yahudiler Müslümanlara karşı en şiddetli düşman olarak gösterilmiş ve şöyle denmiştir: “İnananlara en şiddetli düşmanlar olarak Yahudileri ve müşrikleri bulursun. Sevgi bakımından en yakın olanların da Hıristiyanlar olduğunu görürsün...” (Maide 82).  
Kur’an-ı Kerim’deki Yahudilerle ilgili ayetlerin tümü gözden geçirildiğinde, onların inançlarından ziyade ahlakî davranışları ve Allah'ın buyruklarına gereği gibi uymamaları bakımından eleştirildikleri görülür.

Kur’an-ı Kerim’de Hıristiyanlar
Kur’an-ı Kerim’de, Yahudilere nazaran Hıristiyanlardan daha az bahsedilmiştir. Bunun nedeni, İslam’ın ilk yıllarında Yahudilerle yaşanan sorunların Hıristiyanlarla yaşanmamasıdır. İslâm’ın doğuşu esnasında Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında Yahudilerle olduğu gibi ciddi çatışmalar meydana gelmemiştir. Çünkü o zamanlar Müslümanlar, Hıristiyan çoğunlukla henüz temasa geçmemişlerdi. Müslüman fetihlerinin genişleyip Bizans sınırlarına dayanması ve Bizans’la sıcak çatışmaların başlaması Hz. Muhammed’in vefatından, yani Kur’an-ı Kerim’in tamamlanmasından sonra olmuştur. Bu yüzden Hıristiyanların İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanlıkları Kur’an-ı Kerim’de fazla yer almamıştır. Bununla birlikte, inanç bakımından Hıristiyanlara Yahudilere nazaran daha ciddî eleştiriler yöneltilmiştir. Özellikle Teslis inancı bakımından Hıristiyanlar şiddetle eleştirilmiştir. Kur’an-ı Kerim’in bir çok ayetinde üçlü tanrı anlayışları nedeniyle Hıristiyanlar kafir olarak değerlendirilmiştir.
Bu eleştirilerle birlikte Hıristiyanlar, güvenilir olmak gibi bir takım ahlakî davranışları ve Müslümanlara sevgi bakımından en yakın olmaları itibarıyla övülmüştür.

Müslümanlar Açısından Yahudilerle ve Hıristiyanlarla Diyalogun İmkanı
Kur’an-ı Kerim’de Hıristiyanların dost, Yahudilerin ise en tehlikeli düşman olduğunun bildirilmesi, Müslümanların Ehl-i Kitab’a bakışının temelini oluşturmuştur.  Müslümanlar, Yahudileri lanetli, İslâm düşmanı olarak görmüşlerdir. Bugün de bu anlayış devam etmektedir. İslâm dünyasında Yahudilikle ilgili bu yaklaşımın dinî olduğu kadar sosyal ve siyasî sebepleri vardır. Hz. Peygamber zamanındaki Yahudilerin tutumu, XIX. yüzyılın sonlarında başlayan Filistin'deki Yahudi yerleşiminin sebep olduğu olaylar bu sebeplerin başında gelmektedir. Bu yüzden, İslâm dünyasında Yahudilik ve Yahudilerle ilgili olumlu bir fikre rastlamak pek mümkün değildir. Müslümanlar arasında yaygın olan kanaate göre, Yahudiler lanetlenmiş bir millettir. Yahudilik, Yahudilerin emelleri doğrultusunda tahrif edilmiştir. Bu dinin öğretilerinde, gayri ahlâkî unsurlar vardır. Yahudiler, kendilerinin seçkin bir millet olduklarını iddia ederler. Yahudi olmayanları insan olarak görmezler. Dinlerinin sadece kendilerine ait olduğunu ileri sürerler. Yahudilik ve Yahudiler hakkındaki bu olumsuz fikirleri burada daha da çoğaltmak mümkündür. Bu fikirlerin çoğu ön yargıya dayanmaktadır.
Halbuki, tarihte meydana gelen olaylara baktığımızda Müslümanlara dost ve düşman olanların yer değiştirdiğini görürüz. Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemde İslâm’a ve Müslümanlara karşı Yahudiler düşmanlık göstermişlerdir. Fakat daha sonra Medine ve civarındaki Yahudiler kontrol altına alınmış, büyüyen imparatorluk içinde küçücük bir azınlık durumuna gelmişlerdir. Bundan sonra İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık gösterenler Hıristiyanlar olmuştur. Binlerce Müslüman kanının döküldüğü Haçlı Seferleri’ni Hıristiyanlar düzenlemiştir. Tarihte, Hıristiyanların Müslümanlara karşı yürüttükleri sistemli yok etme faaliyetlerine dair daha bir çok örnek olay vardır.
O halde, “İnananlara en şiddetli düşmanlar olarak Yahudileri ve müşrikleri bulursun. Sevgi bakımından en yakın olanların da Hıristiyanlar olduğunu görürsün...” (Maide 82) âyetini, Yahudilerin her zaman düşman, Hıristiyanların da dost olacağı şeklinde yorumlamamak gerekir. Yahudilere ilişkin ön yargıları yenebilmek için Yahudilik ve Yahudiler gerçek yönleriyle iyi bilinmelidir. Kur'an-ı Kerim'deki Yahudilerle ilgili âyetler Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğü içinde tarihe uygun olarak doğru yorumlanmalıdır. Yahudilerle yaşanılan sorunların niteliği, dinî, siyasî, sosyal ve ekonomik açılardan değerlendirilmeli ve onlarla diyaloga girmekten kaçınılmamalıdır. Zira Hz. Muhammed ve daha sonraki Müslüman idareciler Yahudilerle ve diğer dinlerin mensuplarıyla diyaloga girmekten kaçınmamışlardır. Hz. Muhammed Medine’ye göç ettiği zaman başta Yahudiler olmak üzere diğer gayr-i müslim gruplarla görüşüp onları bir şehir devleti halinde teşkilatlanmaya ikna etmiş ve bu teşkilatın esaslarını yazılı bir metin halinde yürürlüğe sokmuştur. Medine Şehir Devleti’nin anayasası olarak bilinen bu metin, Müslümanların farklı dinî veya felsefî düşünce sahibi insanlarla bir takım siyasî, ekonomik, kültürel anlaşmalar yapıp ilişkilere girebileceğini göstermektedir.
Daha sonraki Müslüman idareciler de Yahudiler ve Hıristiyanlarla ilişkilere girmişlerdir. İspanya’da Endülüs Emevilerinin idaresi altında Yahudilerle ve Hıristiyanlarla güzel bir diyalog kurulmuştur. Müslüman idareciler toplumun menfaatini göz önünde bulundurarak Yahudileri ebedi düşman olarak görmemişlerdir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiği zaman Anadolu’daki Yahudi cemaatlarına gönderdiği davet mektubunda şunları yazmıştı:
“Osmanlı Padişahı Mehmet der ki: Tanrı bana bir çok ülke bahşetti ve hizmetkârı Hz. İbrahim ile Yakub’un sülalesine sahip çıkmamı, kendilerine yiyecek vermemi ve onları himayeme almamı bana emretti. Aranızdan kim, Tanrının yardımı ile İstanbul’a, başkente gelip yerleşmeyi, incirin ve bağın gölgesinde huzur içinde yaşamayı, serbest ticaret yapıp mal mülk sahibi olmayı arzular?”
Osmanlı Türk tarihinde daha bunun gibi bir çok örnek vardır. 1492’de İspanya’dan kovulan Yahudileri Osmanlı topraklarına kabul eden II. Beyazıd’ın davranışı bunun en güzel örneklerindendir. Müslümanlar geçmişte, hem Yahudiler hem de Hıristiyanlarla diyalog kurmuşlardır.
Günümüzde Katolik Hıristiyanların gündeme getirdiği dinler arası diyaloga Müslümanların katılmasında İslâm açısından bir sakınca yoktur. Hatta denilebilir ki, İslam'ın yapısı gerçek bir dinler arası diyaloga Hıristiyanlıktan daha uygundur. Zira İslam, diğer dinlerde de bir takım manevi doğruların ve zenginliklerin bulunduğunu tasdik eder, bu dinlerin mensuplarının doğru inançlarını ve güzel davranışlarını över. Bu yüzden onları müşterek noktalarda buluşmaya çağırır. Kur'an ayetlerinde bunun örnekleri çoktur. Bu bakımdan, İslâm’ın diğer dinlerle karşılaşması ve bu dinlerle karşılaştırılması İslâm’a zarar vermez. Önemli olan, diyaloga katılacak Müslümanların durumudur. Diyaloga katılacak olan Müslümanlar, muhataplarının dinlerini ve kültürlerini  gerçek kaynaklarından öğrenmeli ve diyaloga her bakımdan hazır olmalıdırlar. Ayrıca muhataplarının diyaloga katılmadaki  amaçlarını da iyi bilmelidirler. Bunları gerçekleştirmeden girilecek  diyalog girişimlerinden zararlı çıkılacağı bilinen bir gerçektir.
[1].     W.M.Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, çev: Mehmet S. Aydın, Ankara 1982, sf. 18.
[2].       Bkz. Francis A. Sullivan, Salvation Outside  the Church,  USA 1992, sf. 69; Aylward Shorter, Toward a Theology of Inculturation, USA 1995 (dördüncü baskı), sf. 92-93. Hıristiyan teologlar arasındaki tartışmalar hakkında detaylı bilgi için bkz. Sullivan, sf. 69-81.
[3].       Bkz. Karl-Josef Kuschel, "Dünya Dinleri Parlamentosu", çev: Nevzat Yaşar Aşıkoğlu, Evrensel Bir Ahlâka Doğru, içinde, Gün Yayıncılık, Ankara 1995, sf. 87.
[4].       Bkz. The Christian Faith in the Doctrinal Documents of the Catholic Church, Editör: J. Neuner - J. Dupuis, Collins Liturgical Publications, Gr Britain 1986 (üçüncü baskı) (CFDDCC), sf. 273; Sullivan, sf. 104.
[5].       Bkz. Sullivan, sf. 15.
[6].       Bkz. Shorter, sf. 99.
[7].        Güngör, sf. 128.
[8].        Vatican Consil II, GS, 3, 92
[9].        Bkz. Vatican Consil II, Apostolicam Actuositatem (AA), 14.
[10].      Papalık bildirgelirinde açıklanan misyon ve diyalog ilişkisi için bkz. Güngör, sf. 146-164.
[11].      Bkz. "Dialogue and Proclamation: Reflections and Orientations on Interreligious Dialogue and Proclamation of the Gospel of Jesus Christ", Bulletin No. 77 (1991), Ayrıbasım, Vatican Citiy 1991, sf. 216-217.
[12].      Bkz. Dialogue and Proclamation, sf. 224-227.
[13].      Bkz. Marcello Zago, "Interreligious Dialogue", Following Christ in Mission, sf. 105.
[14].      Bkz. Tanrı'nın Ailesi, Latince'den çev: Padre Vincenzo R.Succi, İstanbul 1984.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder