31 Mayıs 2011 Salı

Baraj İhalesi ve NTV'ye Tayyip Sansürü


 Can Dündar’ın her akşam ekrana gelen Canlı Gaste haber programı son saniyede yayından kaldırıldı.Niçin mi?

Programın süresini neredeyse tamamen Başbakan’ın o sözüne ayırmasından!Öyle ki programa Başbakan’ın ettiği sözleri yorumlayacak konuklar bile çağrılmıştı.Hal bu iken bir buyrukla sansür mekanizması işletilmiş ve program yok edilmişti.

NTV’deki hükümet buyruğu ya da sansürünü belgeleyen bir başka enstantane de aynı akşam yayınlanan Ruşen Çakır’ın, Basın Odası programında Mehmet Yılmaz, Nuray Mert ve Nazlı Ilıcak gibi isimlerin bu konuyu ağzına dahi almamış olmalarıydı.

Baraj İhalesi ve NTV'ye Tayyip Sansürü

Sabahattin Önkibar - Yeniçağ Gazetesi





www.acikistihbarat.com


Holding medyası iseniz yani yayıncılığın dışında işiniz varsa iktidara mahkûmsunuz demektir!

Hele hele hükümet tek partiden oluşuyorsa ve başındaki isim yani Başbakan da kural tanımaz biri ise zerre direnemezsiniz zira direnirseniz ya Cem Uzan gibi tasfiye olur ya da Aydın Doğan gibi milyarlarca dolarlık vergi cezaları ile yüz yüze gelirsiniz.

Bu tespiti yaptıktan sonra gelelim önceki akşam yaşananlara?

Malum, Tayyip Bey İngiltere’de Türkiye’de kaçak çalışan 100 bin Ermeni’yi kapı dışarı ederiz diye bir ifade kullandı.


Hayır, edilen bu söz kapalı kapılar ardında değildi Londra’daydı ve BBC dahil dünya medyası bu beyanı bütün dünyaya duyurmuştu.

Hal bu iken Tayyip Bey ve avanesi ifadenin olumsuz akisler yaratacağını düşünerek Türkiye’de sansür metoduna müracaat ettiler ve bütün medyayı ablukaya aldılar.

Örneğin hemen o akşam NTV’de Can Dündar’ı ekrana çıkarttırmadılar!


Nasıl oldu demeyin oldu işte!

Can Dündar’ın her akşam ekrana gelen Canlı Gaste haber programı son saniyede yayından kaldırıldı.Niçin mi?

Programın süresini neredeyse tamamen Başbakan’ın o sözüne ayırmasından!Öyle ki programa Başbakan’ın ettiği sözleri yorumlayacak konuklar bile çağrılmıştı.Hal bu iken bir buyrukla sansür mekanizması işletilmiş ve program yok edilmişti.

NTV’deki hükümet buyruğu ya da sansürünü belgeleyen bir başka enstantane de aynı akşam yayınlanan Ruşen Çakır’ın, Basın Odası programında Mehmet Yılmaz, Nuray Mert ve Nazlı Ilıcak gibi isimlerin bu konuyu ağzına dahi almamış olmalarıydı.

Belli ki emir almışlardı ve bu konuya girememişlerdi. 

Burada sorgulanması gereken olay, tartışılan konudan ziyade AKP iktidarının medyayı etkileme gücü yani istediği an susturabilme yeteneğidir.

Peki bir iktidar medyayı nasıl mı susturur?

Ya korkutur ya da istediklerini verir!

NTV bağlamında hangisi mi geçerli?

Bankası olan bir grup olduğu için iktidara karşı kıpırdama şansı yok ama işin içinde alınan işler de var galiba!

Mesela NTV’nin kardeş kuruluşu Doğuş, Artvin’de milyarlarca dolarlık keşif bedeli olan dev bir baraj yapıyor.

İlginç ayrıntı bu dev barajın milyar dolara yaklaşan miktardaki keşif artışına da bu günlerde karar verilecek!

Sorarım size böyle bir gruba ait bir televizyon kanalı yansız yayın yapabilir mi?

Yapamayacağına göre böyle bir medya yapılanmasına demokrasinin sonucu diyebilir miyiz?

Demokrasi istismarını kimselere bırakmayan AKP, medyadaki bu tablodan dün olduğu gibi niye şikayetçi olmuyor?

Görüyorsunuz AKP’nin derdi demokrasi şu bu değil, kendi egemenliğini kurma hadisesidir.

Bu sadece medyada değil, her alanda geçerlidir.

Emin olunuz kazara Genelkurmay Başkanlığına Zahit Akman’ı çağrıştıran biri gelse TSK o gün kutsanır.

"Kanal İstanbul" Bir Mason Projesi


 Aslında AKP’nin kendine ait hiçbir projesi yoktur.

“Kanal İstanbul” projesi de İstanbul’u üç dinin merkezi haline getirmeyi öngören 1948 tarihli Thornburg raporunda öngörülen kamulaştırmaların yapılamamasından dolayı ortaya atılmıştır. Bu proje, dönemin masonları tarafından gündeme getirilmişti ama sonra rafa kaldırılmıştı.

"Kanal İstanbul" Bir Mason Projesi

Arslan Bulut - Yeniçağ Gazetesi




 
www.acikistihbarat.com
02.05.2011
AKP Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Edip Uğur, “12 Haziran’da değişimi istemeyenlerle, değişime direnenlerle, ona karşı çıkanlar sandığa gidecekler” dedi.

Uğur’un veya Tayyip Erdoğan’ın veya TÜSİAD’ın veya Ergun Özbudun’un veya Abdullah Öcalan’ın veya ABD’nin veya AB’nin “Türkiye’de değişim”den kastı nedir?

Anayasa’dan Türk kavramını çıkarmak değil mi? Türkiye’yi Türk devleti olmaktan çıkarıp
kozmopolit bir ülke haline getirmek değil mi?

***

Türklerin İskitler’den beri var olduğu Anadolu coğrafyasında kurduğu devletin vatandaşlık kimliğini, şimdilik “Türk”ten “Türkiyeli”ye doğru değiştirecekler ve buna “değişim” diyorlar!

Yani Türklere üstü kapalı olarak “Ey Türkler, biz milletin adını Türk olarak söylemeye devam edersek, Kürtler veya başka etnik kökenlere mensup vatandaşlarımız güceniyor ve bu kavram dolayısıyla kendilerine haksızlık edildiğini düşünüyor. Biz Türklükten vazgeçelim de birliğimiz beraberliğimiz bozulmasın!” demiş oluyorlar.

Üstelik Türk kimliğine karşı bu mücadeleyi verirken Türklere Başbakanlık yapan Tayyip Erdoğan, Türk olmadığını defalarca söylemiştir!

Peki Türklerin kaderine Türklüğe mensup olmadığını söyleyenler mi hükmedecektir?

Türk Milleti, Bilge Kağan’dan 1300 yıl sonra Türk adıyla bir devlet kurduktan sonra bundan vaz mı geçecektir?

İşte halk, 12 Haziran’da bunu oylayacaktır!

Fakat, Türkleri Türklükten vazgeçirmek için, dini bir hipnotizma aracı gibi kullanarak; Türklerin kendi adını, Türkiye’de yaşayan herkesin, yani milletin adı olarak kabul etmesini “ırkçılık” diye yorumladıklarından, bu konuda epey mesafe almış durumdadırlar.

Yine de Türklerin çoğunluğunun, “AKP, Anayasa’dan Türk kavramını çıkaracak” gerçeğinden haberi bile yoktur.

Garip olan şu ki iktidar adayı partiler bu konudan hemen hemen hiç bahsetmemektedir!

***
Aslında AKP’nin kendine ait hiçbir projesi yoktur.

“Kanal İstanbul” projesi de İstanbul’u üç dinin merkezi haline getirmeyi öngören 1948 tarihli Thornburg raporunda öngörülen kamulaştırmaların yapılamamasından dolayı ortaya atılmıştır. Bu proje, dönemin masonları tarafından gündeme getirilmişti ama sonra rafa kaldırılmıştı.

Son aldığım bilgiler, aynı çevrelerin birkaç yıldan beri Bakırköy-Çorlu arasında yatırım yaptıklarını gösteriyor. 2005 yılında Koç grubuna bağlı Bilkom şirketinin ana bayi toplantısında H. T. adlı kişinin, arkadaşlarına,

“Silivri’ye hatta Çorlu’ya kadar paranızı gayrimenkul veya toprağa yatırın, gelecekte İstanbul’un çehresi bu yerlerde çok değişecek ve çok güzel planlar var”

dediği biliniyor.

Aynı kişi, arkadaşlarının, “Hayrola Devlet Planlama Müsteşarlığı’nda mı çalışmaya başladın ki bu planlardan haberin var?” sorusuna

“Hayır, mensup olduğum cemiyette, İstanbul’un geleceğini konuşuyoruz ve bunun sonucunda oralarda yatırım yapıyoruz”

diye cevap vermişti.

Bu bilgiyi veren Turgay Şık’ın deyimiyle

“Kanal İstanbul projesi, mason localarında pişirilmiş sonra da Başbakanlığa servis edilmiştir!”

***

Özetle, AKP, “Küresel Haçlı Seferi” çerçevesindeki projeleri, Türk halkına kendi projesi diye yutturmaya çalışıyor.

Asıl hedef, ABD Kongresi’nin 1896’da aldığı gizli kararın uygulanmasıdır.

O kararda, Türkiye’nin Hıristiyan yerleşimi ile birlikte Hıristiyanların yönettiği eyaletlere ayrılması, başkent İstanbul’daki eyaletin başına bir Amerikalının getirilmesi ve “Türkiye Birleşik Devletleri”nin buradan yönetilmesi esas alınıyordu.

AKP hükümetinin 8 yıl içindeki bütün icraatları bu projeyi akla getiriyor!

Değişim dedikleri budur.

"Kanal İstanbul" mu , Yeni Bir Boğaz Harbi mi?


 Bugün takdim edilen proje geçmişten beri çeşitli kişilerce değişik yerler için dile getirilmiş projelerden birisi olarak dikkat çekiyor.

Bizim en aşina olduğumuz benzer proje ise Sokollu Mehmet Paşa’nın Don ve Volga Irmaklarını bir kanal ile birleştirerek Rusların güneye inmesini engellemeyi ve Hazar Denizi’ni de bir Türk Gölü yapmayı amaçlayan projesidir.

"Kanal İstanbul" mu , Yeni Bir Boğaz Harbi mi?

Halil Dağ - Niğde Hasret Gazetesi




 
www.acikistihbarat.com
02.05.2011
Günlerdir dillendirilen ve merakla beklenen  çılgın proje nihayet 27.04.2011’de Sayın Başbakan tarafından açıklandı. İstanbul Boğazı’na paralel bir kanal ile İstanbul’a yeni bir çehre verecek kapsamlı bir proje olarak görünüyor.

Sokollu’dan beri…

Bugün takdim edilen proje geçmişten beri çeşitli kişilerce değişik yerler için dile getirilmiş projelerden birisi olarak dikkat çekiyor.

Bizim en aşina olduğumuz benzer proje ise Sokollu Mehmet Paşa’nın Don ve Volga Irmaklarını bir kanal ile birleştirerek Rusların güneye inmesini engellemeyi ve Hazar Denizi’ni de bir Türk Gölü yapmayı amaçlayan projesidir.

Ayrıca Karadeniz’i Marmara Denizi’ne Gebze civarlarından kanalla bağlamayı hedefleyen bir proje daha vardır. Bu tür projelerin dünyada uygulanmış olan en önemli örnekleri ise Süveyş Kanalı, Panama Kanalı ve Korinth Kanalı’dır.

Biz, bu projenin sosyo ekonomik boyutlarını TUSİAD, MÜSİAD gibi rantiyerlere bırakarak Sokollu’nun rüyasından hareketle dış politika açısından masaya yatıralım.

Yeni Çarlık ve Putin-Dugin İkilisi

Beylik lafla başlayalım biz de…

Sovyetlerin yıkılması ile ortaya tek kutuplu yeni bir dünya düzeni çıktı ve adını “Baba Bush” Yeni Dünya Düzeni olarak koydu. Yeni düzenin bir gereği olarak da çok geçmeden ABD, bir leş kargası gibi Sovyetlerin boşalttığı Ortadoğu’ya çullandı. Ardından da 10 yıl gibi kısa bir sürede Rusya çarlığı ayaklarının üstüne doğrulmaya başladı.

Bu ayağa kalkışta hiç kuşkusuz en büyük pay Vladimir Putin ve onun akıl hocalarından birisi olduğu ileri sürülen Aleksandr Dugin’indir. Dugin’in Avrasyacılık diye tabir edilen görüşüne göre Rusya bir Avrasya devletidir ve Avrasya’da kuracağı egemenlik daha önemlidir. Bu yüzden Rusya, tarihten beri arka bahçesi olan Orta Asya’daki denetimini artırmalıdır. Ayrıca günün koşullarına uygun olarak ABD’nin bölgeye girişinin de önüne geçilmelidir.

Bir Deli’nin Vasiyeti…

Rusların tarihi emelleri bilinir, sıcak denizlere (Hint Okyanusu ve Akdeniz) doğrudan inebilmek. Bu emelleri doğrultusunda sürekli güneye doğru ilerleyen Rusya’nın batıda Baltık denizine doğuda ise Japon denizine ulaşarak steplere sıkışmış bir devlet olmaktan kurtulmaya çalıştığını da görürüz.

Diğer yandan Orta Asya’da kalıcı bir hakimiyet kurarak büyük bir kara devleti niteliğine sahip olmaya çalıştığını da görmekteyiz. Bu yönüyle Dugin’in bakışı geçmişin güncellenmesi gibidir.

Aynı zamanda Rusya’nın Mac Kinder’in Pivot Area (merkezi bölge) ve Spykman’ın Rimland’ını (Kenar Kuşak) gözettiği de görülmektedir. Diğer yandan doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde denizlere nüfuz etme çabası da Deniz Hakimiyet Teorisini yabana atmadığını göstermektedir. Netice olarak Rusya’nın stratejisi hem kendi koşullarının yanında rakiplerinin de ataklarını karşılama kapasitesine ulaşmak üzerinedir.

Rus dış politikasının son 10 yıldaki fenomenlerinden birisi olan Dugin, gerek Rusya’da gerekse birçok ülkede bir ekoldür, O, ABD karşıtlığının da sembol ismi olarak sahiplenilir hep. Bizim ülkemizde de ABD dışı alternatiflerin ne olduğunu merak eden herkesin az çok sempati duyduğu bir isimdir. Hatta şu an Silivri’de tutuklu bulunan siyasi mahkûmların önemli bir kısmı Avrasyacılıkla ve Dugincilikle itham edilirler.

Rusların siyasi ideolojisi Kazan Hanlığı’nı yıktıkları günden beri değişmemiştir. Her ne kadar bunu Petro II, “sıcak denizlere inmek” şeklinde formüle dönüştürmüş ve bir vasiyetname ile siyasi mirasa dönüştürmüşse de her Rus yönetici doğal olarak bu düşüncenin mahkûmiyeti altındadır. Çünkü Rus jeopolitiği hangi devirde olursa olsun kaçınılmaz bir şekilde böyle davranmayı emreder.

Hazar Petrolleri ve “Yeni Büyük Oyun”…

Yeni Dünya Düzeni düsturu doğrultusunda 11 Eylül Saldırılarının yarattığı psikolojik destekle de Avrasya’ya hızlı bir giriş yapmaya çalışan ABD’nin bölgedeki ilk işi Afganistan’a girmek ve birçok Orta Asya Türk Cumhuriyeti’nde askeri üsler elde etmek olmuştur.

Bu politikasında epey mesafe kaydeden ABD, temeli 1996’da atılan “Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ)” çabalarıyla 2004-2006’larda Orta Asya’dan çıkartılmıştır.

ŞİÖ’nün bu hamlesine ABD, Rusya’nın arka bahçesi olarak bilinen ülkelerde renkli devrimleri organize ederek karşılık verdi. Rusya bu atakların önemli bir kısmını başarı ile atlatırken ABD’ye en büyük darbeyi, ABD’nin bölgedeki müttefiki Gürcistan’ı 2008’de alenen çiğneyerek vurmuştur.

Bütün bu olanlar, daha yüzyıl önce İngiltere ile Rusya arasında yaşanan ve Büyük Oyun diye adlandırılan Avrasya’daki güç mücadelesinin, ABD-Rusya ikilisi tarafından yeniden dünya siyaset sahnesine servis edilmesidir.

Bu oyunun asıl büyük potansiyel oyuncularından birisi olmasına karşın Çin henüz oyuna girmiş değil. Çin, henüz kendi gelişmesiyle ve yakın çevresindeki sorunlarla ilgilenmektedir. Şu an çekişme Rusya-ABD arasında yaşanmakta ve AB de modern batının bir parçası olarak istikrarsız hareket etse de bu oyunun bir parçası.

Rusya dışındaki oyuncuları dışarıdan ithal olan bu oyunun bölgede yer alan önemli oyuncuları da vardır. İran, Türkiye, Türk Cumhuriyetleri, Pakistan, Hindistan gibi bölge ülkeleri de bu oyunun henüz oyun kurucu seviyesinde olmasalar da önemli oyuncularıdır.

BTC’nin Güç Mücadelesindeki Yeri

Türkiye, Baku-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı sayesinde bu oyunda de facto olarak önemli bir oyuncu konumuna yükselmiştir. Çünkü Türkiye’nin potansiyeli yüksek olsa da mevcut güç parametreleri bu oyunun ağırlığını kaldırmaya müsait değildir.

Lübnan Savaşı, Kosova’nın bağımsız olması, Füze Kalkanı, NATO’ya sekreter seçimi, Gürcistan Savaşı, Akdeniz İsyanları gibi olayların hepsinde bu yetersizlik defalarca ortaya çıkmıştır.

Türkiye’nin çok arzulu olmasına karşın bölgesel ve küresel oyunlarda dominant bir karakter sergilemesi henüz mümkün görünmüyor. Bir istisna olarak BTC ile yeniden şekillenen Hazar Petropolitiğinde Türkiye bu niteliği de facto olarak elde etmiştir.

Türkiye’nin Hazar’da bu şekilde önemli bir hale gelmesinin temel nedeni de ABD’nin bölgeyle ilgili tercihleridir. Normalde BTC emsallerine göre dünyanın en maliyetli petrol boru hatlarından birisidir. Ayrıca alternatif hatlar çok kısa iken BTC çok uzun (1.774 km) bir hattır.

Normalde Hazar Petrolleri için en uygun güzergahlar sırasıyla; Hazar-İran, Hazar-Hint Denizi ve Hazar-Karadeniz güzergahlarıdır. Bunlardan birincisi İran faktörü dolayısıyla ABD tarafından veto edilmiştir. İkinci hat, Afganistan’dan geçecek bir hat olup fiziksel güvenlik sorunu çok yüksektir. Son hat ise Hazar Petrolleri’ni tamamen Rusya’nın denetimine bırakacak bir hat olduğu için yine ABD tarafından veto edilmiştir.

BTC’nin Önemi

Sovyetler sonrasında Orta Asya’da ortaya çıkan jeopolitik boşluğu hızlı bir şekilde doldurmaya çalışan ABD için BTC’nin ekonomikten ziyade politik önemi vardır. Bu hattın Türkiye için önemi ise, bu hat sayesinde Azerbaycan üzerinden önce Kazakistan ardından Türkmenistan ve diğer Türk ve Müslüman cumhuriyetlerle tarihi bağların tekrar canlandırılarak Türkiye için bir “jeopolitik ve jeokültürel hareket alanı” yaratılmasıdır.

Mevcut durumu ile BTC, Rusya’nın haklı muhalefetine rağmen Türkiye’nin gerçekten de bölgeyle olan en önemli somut bağıdır. Aynı zamanda bölge petrollerinin Türkiye üzerinden realize edilmesinin çeşitli yan etkileri ve faydaları da vardır.

Rusya bu hatta sürekli karşı çıkmıştır. Ancak Türkiye de bu hattın bir zorunluluk olduğunu ileri sürmüştür. Rusya’nın savı daha kısa olan Baku-Novosibyrsk hattı üzerinden Karadeniz’e taşınacak petrolün Türk Boğazları üzerinden dünya piyasalarına aktarılması şeklindedir.

BTC, Boğazlar ve Montrö

BTC ile önemli avantajlar elde eden Türkiye’nin Rusya karşısına çıkardığı temel gerekçe ise Boğazların fiziksel kapasitesinin mevcut durumu bile kaldırmaya yeterli olmadığı şeklindedir. Bunun yanında Montrö Antlaşması’nın getirdiği sınırlamalar da diğer önemli gerekçedir.

Ki Türkiye, sık sık Montrö’nün koşullarının Türkiye lehine değiştirilmesi talebini dile getirdiği de görülmektedir. Mevcut durumdan kerhen de olsa memnun olan Rusya bu avantajını kaybetmemek için Türkiye’nin bu önerilerine; “Türkiye, Boğazlardan çok BTC’yi kurtarmayı amaçlıyor” şeklinde cevap vermektedir.

Gerçekten de Türkiye’nin boğazlar konusunda bu kadar ayak diremesinin temel nedeni bölge petrollerinin Türkiye üzerinden aktarılmasını sağlayacak alternatif projelerin de Türkiye üzerinden geçirilerek Türkiye’nin konumunun pekiştirmektir.

Her ne kadar Rusya petrolünü taşıyan Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı, BTC’nin önemini biraz azaltmışsa da şu an için Hazar Petrolleri için Türkiye’den başka seçenek yoktur.

Dünya güç mücadelesinin ağırlığını Hazar’a doğru kaydırdığı bir dönemde Hazar enerji kaynaklarının Türkiye’yi ilgilendiren çözümlerle dünya piyasasına sürülmesi Türkiye’ye kaçınılmaz bir şekilde güç kazandırmaktadır. Ayrıca son yıllarda Hazar’daki mücadeleye bağlı olarak Karadeniz üzerinde çeşitli girişimlerin olduğu gözlenmektedir.

Daha 1 Mart Tezkeresi’nde Türkiye’den Trabzon Limanı’nı askeri amaçlarla isteyen ABD, buna önemli bir örnektir. Diğer yandan dünyanın öbür ucundaki bir ülke olan Çin’in bile Moldova ile geliştirmeye çalıştığı ilişkiler üzerinden Karadeniz’de etkinlik kazanmaya çalışması bu konuya daha fazla dikkat edilmesi gerektiğini göstermektedir.

Çin Faktörü

Enerji kaynakları konusunda Hazar ve Rusya’ya çok önemli bağımlılığı olan Çin’in gelecekteki rolü de çok önemlidir bu mücadele bakımından. Çin, geçmişte çevre kavramını sadece kendi sınırlarındaki kabileler şeklinde tanımlamaktaydı.

Ancak ekonomisinin gelişmesine ve ihtiyaçlarına uygun olarak Çin’in 2000’li yıllarda yeni bir konsept geliştirerek, İpek Yolu ülkelerini öne çıkardığı görülmektedir. Çin’in bu bakış açısıyla “Stratejik Çevre” kavramını geliştirerek Türkiye’yi de yakın çevresine dahil etmesi, Türkiye’nin gelecekteki politikaları açısından önem arz etmektedir.

Kanal İstanbul ve Riskler

Bugünkü kanal projesine dönecek olursak;

Günümüzde boğazların petrol taşımacılığındaki fiziki kapasitesi bellidir. Bu yüzden Rusya, elindeki enerji kaynaklarının nakledilmesi konusunda Türkiye’ye önemli ölçüde bağımlıdır.

Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı, Rusya’nın önemli nefes borularından birisidir. Bu yüzden Türkiye üzerinden hem de Rusya’nın cebinden tek kuruş çıkmayacak kanal ve benzeri projeler Rusya’nın gücüne güç katacak projelerdir.

Hem bu proje ile akla takılan birçok soru vardır. İlk akla gelenleri;

Yeni kanalın statüsü ne olacaktır?

Bu kanaldan hangi tür, boy ve ağırlıkta gemiler hangi statüye göre geçeceklerdir?

Bu kanalın kontrolü kime ait olacak?

Montrö’ye mi tabi olacak yoksa başka bir statü mü yaratılacak?

Yıllık nakil kapasitesi ne olacak?

Hangi tür yükler taşınacak?

Olası bir savaş durumunda iki kanal ya da boğazın savunması hangi kapasite ile mümkün olacak?

Şeklinde sıralamak mümkündür.

Ayrıca petrol tankerlerinin kanaldan geçişi ile ilgili hukuki bir sorun da var.

Bu konuda Prof. Erhan;

“Montrö ortadayken siz kimseyi Boğaz’ı bırak kanaldan geç diye zorlayamazsın”

diyor.

Buna bağlı olarak da risksiz gemiler kanaldan geçerken risk yaratan tankerler mecburen Boğazdan geçmeye devam edebilecektir. Ki bu kanal için ileri sürülen en büyük gerekçe boğazdaki petrol tankeri trafiğinin yarattığı tehditlerdir. Ancak Erhan’ın bu izahı gösteriyor ki petrol gemileri istediği müddetçe Boğaz’dan istediği şekilde geçebilecektir.

Karadeniz de Çin’in bile gözü varken askeri gemilerin geçişini kısıtlayan Montrö de facto bir şekilde devre dışı kalırsa Karadeniz’de kimlerin nasıl cirit atacağının hesaplanması gerekmektedir.

Son söz;

Ülke içi ekonomik etkileri bir yana İstanbul’a ikinci bir kanal-boğaz inşası demek Rusya’yı hapsolduğu coğrafi mekandan kurtarmaktır.

Hazar enerji kaynakları konusunda kendisine “Enerji Geçiş Ülkesi” misyonunu biçen Türkiye’nin Rusya’yı elinden kaçıracak böyle bir projeyi uygulamaya koymak için gerçekten çıldırmış olması gerekir.

Ruslara petrol nakli konusunda büyük bir nefes aldıracak olan bu kanalın yapılması demek Türkiye’nin navlun parasına Rus petrolünün hamallığına soyunmasından başka bir şey değildir.

24 Ocak Kararları Çarpıklığı


 24 Ocak Kararları 12 Eylül 1980 sonrası Turgut Özal’ın Başbakan olduğu 1983’de yürürlüğe girdiğinde, reel ihracatta artış olmamış ve hayali ihracat bataklığında, yurtdışından döviz getirip Merkez Bankasına teslim eden ihracat yapmış sayılıyor ve gibi teşviklerden yararlanıyordu.

Gümrüklerde reel ihracat denetimi Kararname ile önlenmişti. Ne var ki, burada da oyun gizli kapaklı oynanmış, ihracat izni, sadece 13 firmaya tanınmıştı. Bunlar arasında ömründe ihracat yapmamış yandaş firmalar da vardı. TBMM’de kurulan Hayali İhracat Komisyonu tutanakları incelendiğinde o bataklıktaki pis kokuları duyumsamak olanaklıdır. Kimi açıklamalar miğde bulandırıcıydı.

24 Ocak Kararları Çarpıklığı

Dr. Ali Nejat Ölçen 




 
www.acikistihbarat.com
22.09.2010


Sy.Kemal Şimşek, 20 Eylül 2010 günü bana da ulaşan iletiniz, ya sizin ya da Prof.Dr.Oğuz Oyan’ın 24 Ocak Kararlarına ilişkin yanlış yorumunu yansıtmaktadır. O yorumda düzeltmeye gereksinim noktalar mevcuttur. Çünkü, o kararlarda, ekonominin ihracata döndürülmesinin’nin öngörüldüğüne değinilmekte ve bu nedenle Eylül darbesinin öncelikli hedefnin, IMF’nin 24 Ocak kararlarını uygulamak, olduğu anlatılmaktadır..

Bu kanının size mi, Prof.Dr.Oyan’a mı ait olduğu anlaşılmamakta ya da ben anlayamamaktayım.

Turgut Özal’ın Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı iken Başbakan Demirel Hükümetine Kararname olarak kabul ettirdiği  o ekonomik model daha sonra o yılın ortalarında TBMM’inin gündemine Yasa Tasarısı olarak getirilmiş ve  6-21 Mart 1980 günlerinde Plan-Bütçe Komisyonunda görüşülmesine başlanmıştı.

24 Ocak Kararları olarak bilinen o tasarı, ekonominin ihracata döndürülmesini değil, tersine monetarizmi temel alarak reel ekonomiden uzaklaşmayı, ticaret hukukunda yeri olmayan “Fon Ortaklığı” şirketleri”nin yaratılmasını , bir bakıma da kıt kaynak olan döviz darlığını aşmayı”yani sermaye şirketlerinin yaratılmasını ön görmekteydi.

Plan-Bütce Komisyonunda 15 gün aralıksız süren görüşmeler incelenmeden, 24  Ocak Kararlarının içeriği, yani özü ve amacı anlaşılamaz. TBMM, Plan-Bütçe Komisyonunun bir üyesi olarak  o görüşmelerde Adalet Partisi Hükümetinin (2.MC hükümeti olarak anılır) sahiplendiği o tasarıya ilişkin eleştirimin bir bölümünde şu açıklamayı yapmıştım. Çünkü, “sermaye kuruluşları” için vergi stopajının %25 olmasına ilişkin “ bir madde son derece sakıncalıydı ve Komisyon üyelerinin gözünden kaçmıştı. O nedenle :

"Bu tasarı özel sektörde olmayan bir acaip kesim meydana getiriyor. Bakıyorsunuz, bu, özel sektör mü, ben Adalet Partisi iktidarının devlet adamlarının, yakından tanıyan bir arkadaşınızım. O devlet adamları, özel sektörün ne anlamda anladık-larını biliyorum. Bildiğim kadarıyla, Adalet Partisi yöneticilerinin anladıkları, yatırım yapan özel sektördür.  Oysa bu tasarıda, Adalet Partisinin özel sektör tanımının dışında, başka bir kesim teşvik ediliyor. Para toplayan, para toplayıcı firmalar,yani “finansör firmalar” yaratılıyor. Zannederim, Adalet Partisi de bundan rahatsızlık duyacaktır.

Belki ekonominin finansör firmalara ihtiyacı olabilir. Finansör firmalar da gerekebilir. Ekonominin bu firmalara ihtiyacı varsa, özel sektörden yana bir politika, o kurumların evvela hukuki müesseselerini kurar. Yani onlara hukuk getirir ve ondan sonra özendirir. Burada öyle yapılmıyor. Özendiriliyor para toplayan firmaların kendisine, yer altından, bir hukuki kılıf ortaya çıkıyor…Hiçbir hukuki statüsü olmayan, ticaret kanunlarında yeri olmayan bir firma, birkaç firma para topluyor.. bu paraları geri ödeyecek midir?”Fon Ortaklığı” adı altında para toplayacak olan bu firmalar özendiriliyor!"

Komisyon Başkanı AP milletvekili  Sy.Nurettin Ok, etkilenmiş olacak ki, beni özel olarak davet etti ve olayı siyasal amaçla kullanmayacağımı vaad edersem, 24 Ocak Kararlarını yasalaştıracak olan tasarıyı, Başbakan Demirel ile görüşüp gündemden düşüreceğini söyledi.

Ve 12 Eylül 1980’e kadar tasarı,
TBMM’nin gündemine girmedi. Turgut Özal,  1983 yılında Başbakan olduğunda 24 Ocak kararları kanunlaştı. 

Reel ekonomiyi dışlayan o kararların Turgut Özal’ın zihninde yer almasında IMF’nin etkili olduğu iler sürülemez.

(Açık İstihbarat : Özal'ın IMF ile kurumsal ilişkisinin olmamasının, Özal politikalarında IMF'nin etkisinin olmaması olarak yorumlanması, ayrıntılara özen gösteren bu yazının en zayıf yönü. Darbe sonrası Türkiye'nin rota kırdığı monetarist politikaların kökeninde yeralan Milton Friedman'ın ve bağlantılı Chicago ekolünün IMF'nin temsil ettiği ekonomik ideolojinin temelinde oynadığı rol gözönüne alınırsa; Özal'ın IMF ile gönül/ideolojik bağı da netleşecektir.)

Çünkü, Türkiye ekonomisi ilk kez 1985 yılında
IMF ile tanışmış ve onu izleyen 10 yıl içinde 16 kez “stand-by” sözleşmelerine imza atmıştır.  !985 önce değil.24 Ocak Kararları IMF ile ilişkiye girildiğinde Mart 1980’de kadük olan tasarı, “alternatifi olmayan model” savıyla  Kenan Evren ekibine kabul ettirilmişti.

Dış açıklarımız, 1985 öncesi dış kredi gereksinimi büyük çoğıunlukla
AID tarafından karşılanıyor ve “Proje Kredisi” ya da “Program Kredisi” olarak kayıtlara geçiyordu. AID’nin amacı, gelişmekte olan ülkelerdeki yatırımların fizibil olmasını sağlamaktı. Örneğin Keban Barajı’nın dış kredi gereksinimine ilişkin hesaplar, Cafer Tayyar Sadıklar, Turgut Özal ve Ali Nejat Ölçen’den oluşan bir komite tarafından hesaplanmış ve projenin genel koordinatörlüğünü DPT üyesi olarak Ali Nejat Ölçen üstlenmişti. 

24 Ocak Kararları 12 Eylül 1980 sonrası Turgut Özal’ın Başbakan olduğu 1983’de yürürlüğe girdiğinde, reel ihracatta artış olmamış ve hayali ihracat bataklığında, yurtdışından döviz getirip Merkez Bankasına teslim eden ihracat yapmış sayılıyor ve gibi teşviklerden yararlanıyordu.

Gümrüklerde reel ihracat denetimi Kararname ile önlenmişti. Ne var ki, burada da oyun gizli kapaklı oynanmış, ihracat izni, sadece 13 firmaya tanınmıştı. Bunlar arasında ömründe ihracat yapmamış yandaş firmalar da vardı.
TBMM’de kurulan Hayali İhracat Komisyonu tutanakları incelendiğinde o bataklıktaki pis kokuları duyumsamak olanaklıdır. Kimi açıklamalar miğde bulandırıcıydı.

Sy.Kemal Şimşek, 20 Eylül 2010 günlü iletinizden, 24 Ocak Kararlarında, “neo-liberal” bir görüşün hakim olduğunu öğreniyorum.

Öğrendiğim bu bilgiye katılmam olanak dışıdır. “Neo-liberal” görüşün kendine göre tutarlılığı, ciddiyeti ve kuralları yani öğretisi vardır.

Oysa 24 Ocak Kararlarında ne tutarlılık, ne ciddiyet ve ne de kuramsal bütünlük göremezsiniz.  Örneğin Milton Friedman, Para teorisini açıklarken serbest piyasa ekonomisinin işlerliliğinden söz edebilmek için  iki koşul gereklidir der. Para arzı yılda % 5-10 üstünde artışa uğramamalı fiyatlar ortalama 5’in üstünde artmamalıdır, der.

(Kaynak:The Counter-Revolution in Monetary Theory,the Wincott Foundation, 1970,p.10)

Çizelge:Ekonominin üç kırılma noktası

Yıllar    Deflatör        Enflasyon
1962         0.765               %
1963         0.804              5.1
1964         0.821              2.1
1965         0.853              3.9
1966         0.910              6.7
1967         0.964              5.9
1968         1.000              9.9
1969         1.048              4.8
1970         1.167             11.4….( % 66.6 devalüasyon:Özal)
1971         1.374             18.3
1972         1.588             15.6
1973         1.968             23.9
1974         2.539             29.0
1975         2.926             15.2
1976         3.304             12.9
1977         4.357             31.8
1978         6.243             43.3
1979       10.634             70.3
1980       21.739            104.4….(4 Ocak 1980 Kararları:Özal)
1981       30.845             41.9
1982       39.572             28.2
1983       51.001             28.8
1984       77.141             51.2
1985      108.946            41.2
1986      141.997            30.3
1987      197.700            39.2
1988      326.950            65.3
1990      826.430             53.6
1991      1848.10           123.6…(ABD Körfez kriz.:Özal)
1992      2991.19            61.8

Oysa 24 Ocak Kararları Para Arzının %80’lerde ve enflasyonun %100’leri aşan düzeylerde artışını gündeme getirmiştir.

Başbakan olarak Turgut Özal’ın bir sözü belleğimizden çıkmamış olmalı:

“Fiyat artışlarından korkmayınız”. 

Toplumsal tasarrufların büyük sermaye şirketlerine aktarılmasını sağlamayı amaçladığı için, enflasyonu araç olarak kullanmış ve hizmetler sektörünü ekonominin lokomotifi durumuna getirmiştir.

Çizelge, Özal’ın ekonomi politikasında üç kırılma noktasında enflasyonun nasıl bir yörünge izlediğini açıklar. Bu kırılmanın ilki hiçbir tutarlı gerekçeye dayanmaksızın 10 Ağustos 1970 günü Türk parasının %66.6 oranında değer yitirmesine neden olan  “devaluasyon” kararını
DPT Müsteşarı olarak Demirel Hükümetine kabul ettirmesidir. 

1970’e kadar ortalama yıllık fiyat artışı %4 iken  o yıl %11’e, 1971’de %18’e tırmanmıştır. Kanımca  o dönemi “neo-liberal” olarak nitelemek yerine “neo-corrup-tion” ‘a geçiş olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.

Turgut Özal Başbakan iken kardeşi Yusuf Bozkurt Özal DPT Müsteşarı olarak atanmış ve görevi uzun vadeli kalkınma planları hazırlamak olan DPT, “eksen kaydırarak” Milli Kültür Raporu’nu hazırlamış, “Türk-İslam Sentesi” modelini resmi ideolojiye dönüşmesinin  yol haritasını kurgulamıştır.

Bugünün iktidarı o yol haritasının sonucunda ortaya çıkan hedefin kendisidir.

Madencilikte Çok Uluslu Tekellerin Önü Açılıyor

 Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Maden Mühendisleri Odası, 6 Kasım tarihinde yürürlüğe giren Maden Kanunu Değişikliği ile bugün sektörün yaklaşık yüzde 80‘ini oluşturan küçük ve orta ölçekli boyuttaki firmaların sektördeki hakimiyetinin kırılacağını ifade ederek, çıkarılan yönetmeliğin, orta ve küçük ölçekli madenciliği tamamen bitireceğini ve çok uluslu tekellerin önünü açacağını savundu.

 -ÇANTACILIĞI YARATAN BAKANLIĞIN KENDİSİDİR-

Madencilikte Çok Uluslu Tekellerin Önü Açılıyor

Sky Turk




 
www.acikistihbarat.com
09.11.2010

Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Maden Mühendisleri Odası, 6 Kasım tarihinde yürürlüğe giren Maden Kanunu Değişikliği ile bugün sektörün yaklaşık yüzde 80‘ini oluşturan küçük ve orta ölçekli boyuttaki firmaların sektördeki hakimiyetinin kırılacağını ifade ederek, çıkarılan yönetmeliğin, orta ve küçük ölçekli madenciliği tamamen bitireceğini ve çok uluslu tekellerin önünü açacağını savundu.

Madencilik Faaliyetleri Uygulama Yönetmeliği’nin, 6 Kasım 2010 tarih ve 27751 sayılı Resmi Gazete‘de yayımlanarak yürürlüğe girdiğini ifade eden Maden Mühendisleri Odası, yönetmeliğin sektörün sorunlarını çözmek bir yana yeni sorunları da beraberinde getireceğini ileri sürdü.

-ÇANTACILIĞI YARATAN BAKANLIĞIN KENDİSİDİR-

Yönetmelik çalışmaları sırasında ‘çantacılık sona erecektir, sanal madencilikten gerçek madenciliğe geçiyoruz’ denilerek asıl niyetin gözden kaçırıldığını iddia eden Maden Mühendisleri Odası,

Oysa çantacılığı(arazi spekülatörlerini) yaratan bakanlığın kendisidir. Çünkü bakanlık ‘30 bin arama ruhsatı verdik’ diyerek övünmekte, bu durumu gelir kaynağı olarak görmektedir, ancak işletmeye alınabilen maden sahası sayısı bu rakamın çok çok altındadır”

dedi.

Açıklamada ayrıca, Bakanlığın görevinin, Türk madenlerinin ülke ekonomisine katkı sağlayacak şekilde üretimini planlamak ve yönetmek olduğu ifade edilerek

“Gerçekten çantacılık denilen ruhsat ticareti önlenmek istenseydi Odamızın ‘Arama döneminde ruhsat devrinin yapılmaması’ önerisi yasaya konulur ve haksız ruhsat ticareti engellenirdi. Bu yönetmelikle ruhsatlar büyük sermayenin elinde toplanacak ve zaten var olan ruhsat tekeli daha da artacaktır

denildi.

-KAMU YARARI ÖNCELİKLİ GÖZETİLMELİ-

Madenlerin, milyonlarca yılda oluşan tüketildiğinde yenilenemeyen kaynaklar olduğunu ifade eden Oda,

“Bu nedenle mutlaka etkin bir planlamayla ülkenin ihtiyaçları göz önüne alınarak çevreye duyarlı bir şekilde ve kamu yararı öncelikli olarak üretilmelidir. Madenlerin aranmasında, bulunmasında ve işletilmesinde mühendislik bilim ve teknolojisini, uluslararası kabul görmüş normları kullanmak önemlidir. Ama daha da önemlisi bu kaynaklarımızın sömürülmesine ve talan edilmesine karşı durmaktır”

dedi.

Bu konunun yönetmelikte de dikkate alınmadığını ve ciddi yanlışlar yapıldığını sözlerine ekleyen Maden Mühendisleri Odası

“Maden Kanunundaki ve yönetmelikteki değişiklikler için ortaya konulan gerekçeler, ülkemizin ve madencilik sektörünün genel sorunlarını kavramamış, buna yönelik çözümler üretmemiştir. Piyasa ekonomisinin taleplerine göre yapılan düzenlemelerin zaten bu doğrultuda olması da beklenmemelidir”

dedi.

Babalar Otomobil Üretebilir mi?


 Başbakan Erdoğan’a “çiftçinin hali ne olacak, anamız ağladı” diye tepki gösteren köylüye Erdoğan’ın “ananı da al git” diye çıkıştığını biliyoruz. Ama aynı Erdoğan TÜSİAD’ın toplantısında bir araya geldiği sanayicilere çok farklı hitap etti:

“Bütün babalar burada! Sizden yerli otomobil yapmanızı istiyorum.”

Analara başka babalara başka hitap!


Tuvalet Kağıdı Bile Üretemiyoruz. Babalar Otomobil Üretebilir mi?

Muharrem Bayraktar - Yeni Mesaj




 
www.acikistihbarat.com
01.02.2011

Başbakan Erdoğan’a “çiftçinin hali ne olacak, anamız ağladı” diye tepki gösteren köylüye Erdoğan’ın “ananı da al git” diye çıkıştığını biliyoruz. Ama aynı Erdoğan TÜSİAD’ın toplantısında bir araya geldiği sanayicilere çok farklı hitap etti:

“Bütün babalar burada! Sizden yerli otomobil yapmanızı istiyorum
.”

Analara başka babalara başka hitap!

Evet, Erdoğan’da bir otomobil hayranlığı oluştu ki sebebini anlayabilene aşk olsun.

TÜSİAD genel kurulunda şunları söylemiş Erdoğan:


“Geçen akşam Sayın Rahmi Koç’a dedim, ‘artık soyadınız gibi bir marka ile şurada biz yerli otomobilimizi üretelim ve dünyaya diyelim ki, bak bu da artık bizim otomobilimiz.’ Bunu başaralım. Hepsi burada montajı yapılan otomobiller olmasın. Şu anda otomotiv sektörü içinde olan babalar burada. Bu işi halledin. Bir araya gelerek mi yaparsınız, yok ben bunu kendim de yaparım mı dersiniz. Nasıl arzu ederseniz. Artık yapalım. Türkiye’ye ve Türk’e bu yakışır. Bunu yapmamız lazım.”

Erdoğan sanayi devlerini kendi bürokratı zannetti herhalde. Sermayeye “siyasi talimat” vermekle otomobil yapılsaydı şimdi dünyanın otomobil devi olurduk. Bu işler öyle “emir vermekle” olmuyor.

Savcıya emir verirsin, hâkime emir verirsin, bakana emir verisin, bürokrata emir verirsin, ama “sermayeye emir” vermeye kalkarsan avucunu yalarsın. Zaten sermaye çevreleri “yerli otomobil için 1 milyar dolar ve en az 20 yıl” zamana ihtiyaç olduğunu söylüyorlar.

Üretimi, sanayiyi, milli ekonomiyi bilmeden yerli otomobil olmaz.

Hele bu özelleştirmeci kafayla, bu “babalar gibi satarım anlayışıyla” değil otomobil, cıvata bile üretmezsiniz.

AKP hükümeti dönemi özelleştirmelerin en yoğun yapıldığı dönem oldu.

PETKİM’inden POAŞ’ına, SEKA’sından ORÜS’üne satılmayan kurum kalmadı. Yerli hayvancılığı ayakta tutmak için kurulan Et Balık Kurumu’nu sattılar, ülke kurbanlık hayvanın kalmadığı bir hale geldi.

Süt Endüstrisi Kurumunu sattılar, “ülkenin sütü kurudu”,  Edirne’deki peynir fabrikaları Yunanistan’dan süt dilenir hale geldiler.


Daha anlaşılır bir örnek vereyim:

Türkiye’de “tuvalet kâğıdı” dahi üretemiyoruz, tuvalet kâğıdı!

Evet, yanlış duymadınız, millet kıçını sildiği kâğıdın dışarıdan gelen hammaddeyle üretildiğini bilmiyor.

Kâğıt üretmek için “selüloza” ihtiyaç vardır. Selüloz, ağaçta bulunan bir madde. Ağaç malzemeyi kâğıt haline getirmek için kimyasal, yarı kimyasal veya mekanik yöntemlerle içindeki “ligninin” ayrıştırılması ve kâğıt yapımında kullanılacak “selülozun” ortaya çıkarılması gerekir.

Kâğıdı medeniyetin ve kalkınmanın kaynağı olarak gören “Atatürk Cumhuriyetinin” yerli sanayi anlayışı, 1936’da SEKA’yı bu mantıkla kurdu. Kendi ormanlarımızın odununda yıllarca kendi kâğıdımızı ürettik. Kitaplarımız, defterlerimiz bu kâğıtlarla üretildi.

Ama Erdoğan geldi durum değişti.

“Zarar ediyoruz!” diyerek SEKA’yı özelleştirme kapsamına aldı.

Mekanik yöntemle selüloz üreten Giresun Aksu, kimyasal yöntemle kâğıt üreten SEKA Dalaman fabrikaları başta olmak üzere SEKA’nın bütün fabrikaları “yandaşlara, Albayraklara, Akbayraklara” satıldı.

Sonra ne mi oldu?

Kâğıt üreten Türkiye kâğıt ithalatına başladı. Son beş yılda 15 milyar dolarlık kâğıt ithal ettik. Yani 23 katrilyon TL.

Devletin kâğıt fabrikaları bir bir satılırken, kâğıt üreten tesislerde hayvanlar otlarken, o devasa tesisler konut olmayı beklerken kağıdı dışarıdan almaya başladık.

Kıçımızı sildiğimiz kâğıdın hammaddesi de doğal olarak dışarıdan gelmeye başladı. (Ben kâğıdı örnek verdim, siz Karabük Demir Çelik’ten Petkim’e kadar yüzlerce örneği getirin gözünüzün önüne)

Özelleştirme adı altında “ülke zarar ediyor” bahanesiyle küresel emperyalizmin emir eri olup Cumhuriyetin en değerli fabrikalarını bir bir satanlar ve “bir zamanlar kendi ürettiğimiz ürünleri dışarıdan alır hale gelmemize” sebep olanlar şimdi hiç sıkılmadan “otomobil üretelim!” diyorlar.

Bu kafa yerli otomobil değil, havasını bile üretmez.

Siyasi anlayışları Washington’dan, ekonomi politikaları IMF’den,  devşirilen “ithal” kafalı siyasetçiler yerli otomobil yapamaz.

Yapmak da istemez.

Bu konudaki söylemleri bile samimi değildir.

Bunun yolu “Milli Ekonomi Modeli’nden, Atatürk’ün ekonomi anlayışından” geçer. 70 küsur sene evvel uçak fabrikası yapan Mustafa Kemal ekonomisini ve o ekonominin bütün tesislerini yerle bir edenler otomobil üretimi yapamazlar, ancak geldikleri noktada “sermayenin önünde” “baba baba” eğilirler.

50 Milyar TL ve Türkiye'de İç Savaş


Oranlardaki Tehlikeli Değişim
AKP hükümeti dönemi genelinde ve somut olarak 2008 yılı başında İMKB'deki Yabancı payı %73'ler düzeyindeydi, İMKB o zaman 55.000 puan civarındaydı.
Herkes mutlaka bir şekilde denk gelmiştir, izlemiştir. ATO Başkanı Sinan Aygün bu oranı sürekli olarak söyler ve bunun yanlışlığından, yüksekliğinden yakınırdı. Sinan Aygün henüz Ergenekon'da yargılanmaya başlamamıştı, konuşuyordu, gerçekleri açıklıyordu o dönem!

50 Milyar TL ve Türkiye'de İç Savaş

Tevfik Bir - Blog




 
www.acikistihbarat.com
12.05.2011

Bu yazıda, 50 milyar TL (eski parayla 50 katrilyon) neden borsadan çıktı, bu hangi olayların habercisidir, bu bir erken uyarı verisi midir, Türkiye'de yakın zamanda neler olabilir buna bakacağız.
Petrol için, uranyum, altın, elmas gibi kıymetli madenler ve taşlar için kimi ülkelerin geçmişte soykırımla birlikte sömürgeleştirildiğini, günümüzde ise demokrasi söylemleriyle işgal edildiğini gördük. Dünya tarihi, bunun onlarca örneğiyle doludur.
Petrol, altın... Metanın adının ne olduğu önemli değildir. Sonuç paraya çıkmaktadır.
Bazı kapalı toplumlar, özellikle nüfusları itibariyle potansiyel taşıyan kapalı ekonomiye sahip toplum ve ülkeler, “küresel ekonomiye” entegre edilmek adına, “piyasa toplumu” yapılmak adına, satılacak mallara “pazar” edilmek adına saldırılara, işgallere, darbelere, kanlı yönetim değişikliklerine maruz kalmışlardır. Sonuç burada da paraya çıkmaktadır.
Paranın bu denli önemli olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Askeri darbeler, sivil görünümlü Soros darbeleri, vatan hainlerinin yetiştirilmesi ve toplumda öne çıkartılması operasyonları, medya kanalıyla toplumların istenildiği yönde şekillendirilmesi... Bunların hepsi paraya dayanan operasyonlardır. Bu düzende, kaz gelecek yerden tavuk asla esirgenmez.
Örneğin George Soros. Biz onu, “Macar Yahudisi asıllı ABD'li finans spekülatörü” olarak tanıyoruz. Bu ılımlı bir tanımdır. George Soros, gerçekten de para piyasalarında manipülatif-spekülatif hareketler yaratarak yada legal çerçeve içinde “büyük yatırımcı” sıfatıyla işlemler yaparak milyar dolarlarını katlayan bir kişidir.
George Soros'u Soros yapan, CIA bağlantılı yine sivil görünümlü Amerikan kuruluşlarıdır. Soros'u ilkin bunlar fonlamıştır. Soros'la ilgili gerçek bilgileri yazar Mustafa Yıldırım'ın ve de yazar Banu Avar'ın ve de yazar Erol Bilbilik'in kitaplarında yada gazeteci-yazar Arslan Bulut'un yazılarında bulabiliyoruz.
Soros, ABD örtülü ödeneğinden aldığı ve piyasalardan katladığı parasını, özellikle coğrafyamızda ve dünyanın dört bir yanında “sivil görünümlü” darbelere ve isyanlara harcayan bir Sistem aktörüdür (Sistem: Dünyayı yöneten derin güç. Yani, CFR, Bilderberg, Trilateral ve bunların altında yer alan irili ufaklı örgütler ve bunların yöneticisi olan her milletten gelen ancak milliyet farklılığına önem vermeyen, adeta paraya tapan, İbrani asıllı yapı). Soros'un pek çok ülke borsasında olduğu gibi, Türkiye'nin İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nda da (İMKB) yatırımları mevcuttur.
Türkiye'nin Tamamını Borsada Bulabilirsiniz
Neo liberal bakış açısıyla Türkiye ve Türk ekonomisi, yükselen piyasalar içinde yer alır. Döviz kurunun (özellikle dolar) yaklaşık 9 yıldır neredeyse hiç değişmemesi nedeniyle ve diğer başka nedenlerle yabancı yatırımcıların gözde sıcak para (hedge fund) yatırım merkezlerinden birisi olmuştur İMKB.
İMKB'de hangi şirketler işlem görür? Yaklaşık 350 şirket işlem görmektedir.
Neredeyse tüm Bankalar: Garanti Bankası, İş Bankası, Akbank, Yapı Kredi, Vakıf Bank, Halkbank, Şeker Bank, Tekstilbank...
TÜSİAD üyesi büyük Holdingler: Koç Holding, Sabancı Holding, Doğan Holding, Yıldız Holding, İhlas Holding, Tekfen Holding, Alarko Holding, Transtürk Holding, Tav Havalimanları Holding...
Türkiye'nin önde gelen Sanayi Yatırımları:
a) Gıda-İçecek (Pınar, Ülker, Tat, Tukaş, Coca Cola, Şeker Piliç, Banvit vs.)
b)Dokuma-Giyim (Altınyıldız, Bossa, Derimod, Desa, İdaş, Yataş vs.)
c) Petrol-Kimya (Aygaz, Tüpraş, Petkim, Petrol Ofisi, Dyo Boya, Marshall, Pimaş-Pimapen vs.)
d) Taş-Toprak (Adana Çimento, Afyon Çimento, BatıSöke Çimento, Çimsa, Ege Seramik, İzocam, Kütahya Porselen, Nuh Çimento, Trakya Cam vs.)
e) Metal Sanayi (Ereğli, Kardemir, İzdemir vs.)
f) Metal-Makine (Alarko, Isuzu, Arçelik, Bosch, Ford, İhlas Ev Aletleri, Mutlu Akü, Otokar, Demir Döküm, Tofaş, Türk Traktör, Vestel vs.)
g) Enerji-İnşaat (Zorlu, Akenerji, Aksu, Enka vs.)
h) Toptan-Perakende (Bim, Bimeks, Boyner, Carrefour, Kiler, Migros, Sanko, Selçuk Ecza Deposu, Kipa vs.)
i) Ulaştırma-Haberleşme (THY, Çelebi, Tav, Reysaş, yakında Pegasus, Turkcell, Türk Telekom)
j) Sosyal Hizmet (Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzonspor, AFM Sinemaları, Acıbadem Hastaneleri)
k) Tekonoloji-Askeri (Alcatel, Arena Bilgisayar, ASELSAN, Escort, İndeks, Karel, Netaş vs.)
l) Gayrimenkul yatırım ortaklıkları, Yatırım ortaklıkları, Hürriyet Gazetesi'nden Koza Davetiye'ye kadar pek çok şirket...
Bunları neden bu kadar ayrıntılı yazdım? İMKB'de işlem gören şirketler demek; günlük hayatımızın her yanında kullandığımız yada karşımıza çıkan ürünleri yada hizmetleri üreten, Türkiye'yi üreten şirketler demektir.
Bu şirketlerin her birinin yaklaşık olarak %40'ı yada bazen çok daha fazlası yada nadiren %40'dan azı, İMKB'de yani daha anlaşılır tabirle borsada halka açık olarak işlem görür.
Kabaca bir örnek verirsek, Turkcell'in %35'i halka açıktır. Yani siz 100 TL fatura ödeseniz ve bunun tamamı net kâr olsa %65'i Turkcell'in sahiplerine, %35'i ise borsadaki hisse senedi sahiplerine gider. Yada örneğin THY'nin %51'lik payı yada Garanti Bankası'nın %51'lik payı yada Bim Marketleri'nin %60'ı borsadadır.
Bu, dünyada da genel olarak böyledir (tüm Avrupa-Asya ülkelerinden tutun Botsvana, Tanzanya, Kenya, Filistin, Suudi Arabistan, Namibya'ya, Panama, Bermuda'ya kadar).
Adını duyurmuş bir patronsan, büyük bir şirketin varsa bunun bir kısmı senindir, bir kısmı da borsadadır. Şirketini borsaya açar yani belirli bir yüzdesini hisse(pay) senedi karşılığı satar, nakit para alırsın, o parayı şirketini büyütmek için yada her neyse şirketle ilgili kullanırsın. Ayrıca borsa ile dünya piyasalarına bir biçimde entegre olursun, ülkende ve piyasalarda prestij sahibi olursun.
Borsada işlem gören hisse senedini isterse Tayyip Erdoğan da alabilir, Devlet Bahçeli de alabilir, Kemal Kılıçdaroğlu da alabilir, Leyla Zana da alabilir, Osman Öcalan da alabilir, Genelkurmay Başkanı da alabilir, BDP İl Başkanı da, bu yazıyı okuyan siz de... İsterse de George Soros olarak sıfata bürüdüğümüz yabancı yatırımcılar da. Çünkü borsada parayı veren, senedi alır.
Şirketlerimiz borsada dedik, şirketlerin borsadaki payların ne kadarı Türklerin (yerli yatırımcı) elinde ne kadarı yabancıların elinde bu da önemli bir mevzudur. Yani aslında Türk sermayenin, Türk sanayinin ne kadarı gerçekten yerli ne kadarı yabancıdır, bu oran bunu gösterir. Merkezi Kayıt Kuruluşu (MKK) bu oranı günlük olarak sitesinde yayınlar. Bigpara ekonomi sitesinde de bu veriye günlük olarak ulaşılabiliyor
Oranlardaki Tehlikeli Değişim
AKP hükümeti dönemi genelinde ve somut olarak 2008 yılı başında İMKB'deki Yabancı payı %73'ler düzeyindeydi, İMKB o zaman 55.000 puan civarındaydı.
Herkes mutlaka bir şekilde denk gelmiştir, izlemiştir. ATO Başkanı Sinan Aygün bu oranı sürekli olarak söyler ve bunun yanlışlığından, yüksekliğinden yakınırdı. Sinan Aygün henüz Ergenekon'da yargılanmaya başlamamıştı, konuşuyordu, gerçekleri açıklıyordu o dönem!
Ardından 2008 yılı sonbaharına doğru ABD finansal krizi olarak başlayan ve tüm ülkeleri saran, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın “teğet geçti” dediği kriz çıktı.
Kasım.2008'de yabancı payı, bu krizin etkisiyle %67'ye düştü. Bu düşüş krizle birlikte devam etti ve %63'lük oranı gördük.
Ancak İMKB 100 de, 55.000 puandan 27.000 puana, değer olarak yarıya düşmüştü. Bu muazzam bir düşüştü. İMKB'nin %50'lik düşüşüne paralel olarak yabancı yatırımcının varlığının yaklaşık %10'luk bir kısmı Türkiye'den çıkmıştı. Bu haklı bir çıkıştı. İMKB'nin en çok işlem gören kağıdı Garanti Bankası hisse senedi GARAN’ın değeri bile 1.70 TL'ye inmişti.
Ardından toparlanma süreci başladı. Borsa tekrar adım adım 55.000 puana çıktı, İMKB'deki yabancı payı %67'lere çıktı. Ardından günümüze kadar geldik.
10.Kasım.2011 tarihinde İMKB 71.665 puanla tarihi rekor kırdı, GARAN 9.00 TL oldu (2 senede 5.3 katına çıktı). 03.Mayıs.2011 tarihinde İMKB 70.000 puan seviyelerindedir.
Tehlike Çanları Çalıyor!
Ancak burada bir şey ayrıştı. Bir garip durum var!
Kriz öncesi İMKB 55.000 puan, Yabancı payı %73
Krizde İMKB 27.000 puan, Yabancı payı %63
Kriz Aşılırken İMKB 55.000 puan, Yabancı payı %67
Kriz Aşıldı derken İMKB 70.000 puan, Yabancı payı %62-63
Borsanın dip yaptığı, krizin vurduğu 27.000 puanlık dönem ile bugünün 70.000 puanlık döneminde yabancı payları aynı. Halbuki aynı süreçte örneğin Garanti Bankası 1.70 TL iken, 9.00 TL'lere çıkıyor. Yani Garanti Bankası'ndaki yabancı yatırımcı parasını 5'e katlıyor. İMKB ise 2.6 katına çıkıyor.
Bunu zaman zaman görürüz, bazen borsada genel olarak bir satış havası eser, yabancı satışı olur (%1, maksimum %2 civarı düşer yabancı payı), onun paniğiyle daha şiddetli bir yerli satışı olur (ki referandum öncesi bu yaşanmıştı), fiyatlar makul düzeye çekilir ve yabancı yatırımcı aniden düşük rakamlardan tekrar senetleri toplar. Yüksekten sat, düşükten al oyunudur. Kâr amacıyla yada mal artırma amacıyla yapılır.
Ancak bu sefer böyle bir durum söz konusu değil. Yabancı yatırımcının usulca Borsa'yı terki söz konusu ancak borsa yükseliyor. 8 yıldır Türkiye'de yaklaşık olarak %70'lik oranlarda bulunan yabancı yatırımcı, neden yüksek kazanç kaynağından vazgeçiyor?
Nisan.2011 itibariyle İMKB'deki şirketlerin toplam İMKB varlığı 448.8 milyar TL ediyor. Eskiden bunun %73'ü karşılığı yabancıların elindeydi, bugün ise %63'ü. Aradaki %10'luk değer karşılığı ortalama 48.8 milyar TL, yuvarlak olarak 50 milyar TL değerindeki fon, bu yüksek ve emeksiz kâra karşın İMKB'den çıkmış, borsayı terk etmiş!
Yukarıda sıraladığım bir kısım şirket vardı, kabaca yabancılar hepsinden %10 oranında ortaklıktan ayrılmış diyebiliriz. Türk Telekom satıldığı zaman %55'i satılmıştı. Ne kadar büyük olay olmuştu. Ucuza hatta 1-2 senelik kârına karşılık satılması ve stratejik bir kurum olması tartışmaları dışında, Türkiye'nin en büyük kuruluşlarından birisinin %55'lik varlığı “yabancılara” satılmıştı. Bu AKP adına başarı, bizler açısından ise dramatik bir sonuçtu.
Halbuki İMKB'deki bu yabancı satışıyla ne Türk Telekom'u, sizin tüm şirketlerinizdeki yabancı payının %10’u yurtdışına kaçmış oluyor. Bu iyidir kötüdür ayrı mesele. Ancak bu kolay ve garantili piyasada (borsada), kolay ve yüksek kâr etme olanağına karşın neden bu derece para kaçar! Kaçan para ki oldukça yüksek bir miktar, 50 milyar TL.
Örneğin Suriye'de halk hareketi ile iktidarı yıkmak, bunun öncesinde sivil organizasyonu sağlamak, istihbarat ve lojistik destek sağlamak (özetle Soros'çuluk) yüz milyon doları geçmeyecek tutarda bir operasyondur. Soros, bir milyar USD ile 10'a yakın ülkede organizasyon kurabiliyor, buralarda renkli devrimler yaparak ülkeleri ABD'ye bağlayabiliyor. Yani İMKB'nin kolay para kazandırma ortamında 50 milyar TL'yi usulca borsadan çekmek, Türkiye'den çekmek ne demektir?
Önümüzde seçimler var ve fakat bir belirsizlik yok. 12 Haziran seçimlerinden (her ne kadar aksini istesem de) AKP'nin tek başına iktidar olarak çıkması bekleniyor.
Yabancı yatırımcı 50 milyar TL'sini neden Türkiye'den çekmiştir? Bunun nedeni asla basit olamaz. Çünkü, savaşlar başlatan, soykırımlar yaptıran “paradan” söz ediyoruz.
Olasılıklar
1-) Türkiye'deki cari açık inanılmaz boyuttadır ve Türkiye kendi iç ekonomik ve mali sorunları nedeniyle ekonomik krize girecektir. Bu büyük olasılıkla seçimlerden sonra olacaktır. Ancak ben pek fazla bu olasılığı gerçeğe yakın görmüyorum. Çünkü uzmanlara göre, cari açık Türkiye'de borçlanabilme kapasitesiyle paralel yürümektedir, cari açık yüksektir ancak ciddi bir politika ile önlenebilir. Bu olasılık, kaçan 50 milyar TL için yalnızca bir bahane olabilir.
2-) Seçimlerden sonra, 2011 sonuna doğru, dış güçlerin yönlendirme ve istihbarat operasyonları sonucu, Türkiye iç savaşa girebilir. Hatta büyük olasılıkla sene sonuna doğru Suriye olayları inanılmaz boyutlara ulaşacak, belki Suriye, Sistem müttefikleri tarafından vurulacaktır ve aynı zamanlarda da Türkiye’de bir iç savaş çıkartılacaktır (Türk-Kürt değil, ülkenin bölünmesi isteyen toplu kalkışma hareketine giren bölücü güçler ve onları destekleyen Kürt kökenliler ile devlet-meşru müdafa yapan halk).
Burada sanki bir başlangıç yapılmak istenir gibi, bölücü kesime güven ve motivasyon sağlanmak istenir gibi, T.C. Başbakanı'nın konvoyuna saldırı yapılabilmiştir! Artık bölücü-yıkıcı-isyankar söylemler alenidir ve had safhadadır (Bknz: http://tevfikbir.blogspot.com/2011/05/ykn-efendiler-skysa-ykn.html)
Ayrıca AB'li bürokratların, istihbaratçıların hazırladığı “2011 Türkiye İç Savaşı” senaryoları, yıllar öncesinden ortaya çıkmıştı (2005 yılında).
3-) Suriye'deki olaylar beklemediğimiz boyutlara ulaşabilir, bunun yanı sıra İran'da da önlemez olaylar çıkabilir ve sınırımızda, belki de bizi de içine alacak bir biçimde karışıklık, savaş çıkabilir.
4-) Teamüllere göre Genelkurmay Başkanı olacak bir orgeneral sırasıyla Genelkurmay 2. Başkanı, 1. Ordu Komutanı, Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanı olur.
Ergenekon davasında tutuklanan yazar Yalçın Küçük'ün araştırmasına göre, sivil iktidarın (başbakanın) diretmesi sonucu tarihte 3 kez, Kara Kuvvetleri Komutanı olacak kişi (haliyle 2 yıl sonrasının Genelkurmay Başkanı) teamüller dışında değişmiştir, yürütmenin istediği kişi komutan yapılmıştır.
Bunlardan birincisi Org. Cemal Gürsel'dir ve 1960 darbesini yapmıştır. İkincisi Org. Kenan Evren'dir ve 1980 darbesini yapmıştır. Üçüncüsü ise 2012'de Genelkurmay Başkanı olacak Org. Erdal Ceylanoğlu'dur.
Ayrıca Demokrat Parti, 1950-1960 yılları arasında tam 10 yıl tek başına iktidar kalmış, 10. yılında darbeyle yıkılmıştı. AKP 2002 yılında iktidara geldi, 10. yılı 2012 yılına denk gelmektedir.
Tabi bunlar yalnızca istatistikler ve tesadüfler. Ordu, (Allah korusun) darbe yapacaksa herhalde, istatistik tutsun diye hem Erdal Ceylanoğlu'nu hem de 10. yıl olsun diye 2012 yılını bekleyecek hali yok. Bu Marduk gezegeni gibi 21.Aralık.2012 meselesi gibi oldu biraz. Yalnızca paylaşmak istedim. Ancak bizim bilmediğimiz belki AKP'nin ve elbet ABD'nin bildiği bir darbe riski olabilir. Allah korusun. Sistem sorunları, siyasetle ve halkın onayıyla çözülsün.
Ben ikinci ve üçüncü olasılıkları, gerçeğe daha yakın olasılıklar olarak görüyorum.
* * *
Sonuçta ilginç biçimde kaçan 50 milyar TL (33 milyar USD) ve %10'luk pay var. Borsadan yabancı çıkışı var.
Yabancılar bir riski-tehlikeyi gördüler ve Türkiye piyasasından kaçıyorlar. Bunun nedeninin Türkiye için olumlu sonuç çıkarmayacağı açık. Çünkü kimse durduk yere, kolay para kazanma mekanından ayrılmaz. 50 milyar TL'lik bir soru bu. Sorunun yanıtını ise yaşayarak göreceğiz.

Oğlancılık Partisini Örtbas Eden ABD Büyükelçiliği


 Wikileaks ifşaatlerini hep beraber okuyoruz. OdaTV bertaraf edilip, Taraf'ın kontrollü deşifrasyon sürecinin başına oturtulması ile birlikte zülfü yar daha bir rahat.

Bu ifşaatler ABD'nin kirli imparatorluğunun parçalarını ortaya dökülmesine vesile olmaya devam ediyor. Son olarak Houston Press'de yayınlanan bir haber, ABD Büyükelçiliklerinin özel silah şirketlerinin pisliklerini nasıl örtbas ettiklerini gösteriyor.


Oğlancılık Partisini Örtbas Eden ABD Büyükelçiliği

Açık İstihbarat




 
www.acikistihbarat.com
07.04.2011

Wikileaks ifşaatlerini hep beraber okuyoruz. OdaTV bertaraf edilip, Taraf'ın kontrollü deşifrasyon sürecinin başına oturtulması ile birlikte zülfü yar daha bir rahat.

Bu ifşaatler ABD'nin kirli imparatorluğunun parçalarını ortaya dökülmesine vesile olmaya devam ediyor. Son olarak Houston Press'de yayınlanan bir haber, ABD Büyükelçiliklerinin özel silah şirketlerinin pisliklerini nasıl örtbas ettiklerini gösteriyor.

Afganların "bacha bazi" geleneğini duydunuz mu?

8-15 yaş aralığındaki oğlan çocukların makjay yaptırılıp , ayağına ziller takılıp, dekolte kadın kıyafetleri ile dans ettirildikleri partilerden sözediyoruz. İnsanlık ayıbı bu "gelenek" Afganistan'ın güneyindeki  peştunların övündükleri oğlancılıklarının da zeminini oluşturuyor ve partilerde bu oğlan çocuklarının "hizmetleri" en yüksek parayı veren Afganlıya pazarlanıyor.

Houston Press'in Wikileaks'te yayınlanan ABD Büyükelçilik kriptolarına dayandırdığı habere göre, Afgan polisini eğitmekle görevli yıllık 2 milyar dolar ciroya sahip DynCorp şirketi eğittiği Afgan polisleri bu "bacha bazi" partilerinde ağırlıyor ve bu partilerde oğlanlarla birlikte uyuşturucu da servis ediliyor.

ABD'li silah/güvenlik şirketi tarafından finanse edilen bu Afgan "geleneğinin" peşine bir ABD'li gazetecinin düşmesi üzerine, Afganistan İçişleri Bakanı ABD Büyükelçiliğine başvurarak bu gazetecinin durdurulmasını istiyor. 24 Haziran 2009 tarihli kriptoya göre Afganistan İçişleri Bakanı Atmar, DynCorp tarafından Afganistan'ın Kunduz bölgesinde verilen bu parti ile ilgili endişelerini ABD Büyükelçisi Mussomeli ile paylaşıyor ve özellikle bu partide çekilen bir videonun sızması konusundaki kaygılarını seslendiriyor.

Basını yönlendirme konusunda Afganlara göre daha usta olan ABD Büyükelçiliği ise Afgan içişleri bakanına sakin olmasını ve aşırı reaksiyon göstermemesini , bunu yaptığı takdirde olayın daha büyüyeceğini belirtiyor.

Sonrasında Washington Post, sözkonusu olayın çapını küçülterek, bir şirket veda partisinde küçük bir çocuğa kabile dansı yaptırıldığını yazıyor ve DynCorp'un bu olayda bir yönetim zaafı gösterdiğini belirterek, yaşananların gerçek boyutunu perdeliyor.

Gerçek kaldırılamayacak kadar ağırsa, yarı doğrularla destekleyip ezici ağırlığını geçersiz kılmak mümkün.

Wikileaks'in ifşaati engellenemeyecek ise, OdaTV yerine Taraf'a ifşa ettirmek gibi.

ABD Büyükelçiliği de bu olayı kontrolü altındaki bir kanaldan sulandırarak sızdırarak etkisini azaltmaya çalışıyor.

Bu DynCorp firmasının görev verilen yerlerde fuhuşla ilk dansı değil. 1999 yılında ABD'li polis Kathryn Bolkovac'in ihbarı üzerine, ABD'nin oradaki üslerinde Ukrayna, Moldova ve Romanya'dan getirilen kızların DynCorp yetkilileri tarafından pazarlandığı ve kullanıldığı, tecavüz vakalarının yaşandığı ortaya çıkmıştı.

Kabil'deki ABD Büyükelçiliğinde verilen seks partisi ile ilgili haberi daha önce yayınlamıştık.

Afganistan'da yaşanan bu olaylar; ABD Büyükelçiliği, ABD üssü ve ABD özel silah şirketi üçgeninde acaba ülkemizde neler döndüğü sorusunu da akla getiriyor.

Açık İstihbarat

AKP Kerkük’ü peşmerge kuşatmasına terk etti (2)

 08 Mart 2011

uozdag@21yyte.org

AKP Kerkük’ü peşmerge kuşatmasına terk etti (2)

Amerikan işgalinden sonra, ise Kerkük’ün göbeğinde ya da kenar mahallelerinde binlerce Kürt hiçbir hakkı olmadığı halde çoğu Türkmenlerin olmak üzere planlı bir şekilde Kerkük’te yeni yerleşimler yarattı. Bu ikinci dalga da Türkmenleri daha büyük bir sıkıntıya soktu. Üstelik, kendisine eski rejim tarafından toprak dağıtılan Arapların bir kısmı, kendilerinin olmayan bu toprakları işgalden hemen sonra Kürtlere satarak şehri terk etti. Bir kısmı ise hâlâ üzerinde oturmaya, bina yapmaya ve ekip biçmeye devam etmektedir. Çıkarılan yasa ile devlet, kamulaştırılan bu taşınmazları kendi kontrolüne almaktadır. Bu durum Türkmenlerde mallarının geri dönmesinin güçleştiği düşüncesini yaratırken, Araplarda merkezi hükümetteki Şiilere duyulan güvensizlik nedeniyle tedirginlik yarattı.
Kerkük’te ekonomik, siyasi, sosyal ve stratejik boyutları olan “arazi” meselesi, yeni dönemdeki gelişmelerin en kritik dönüm noktalarından birisidir. Fakat, Kerkük’ün peşmergeler tarafından işgalinin perde arkasında bir faktör daha var. 3 hafta kadar önce Kerkük’te KDP binası ve Kürt silahlı güçlerini hedef alan saldırılardan sonra şehirde güç gösterisi yapmak için fırsat arayan Kürtler bu fırsatı Havice’deki olaylarla buldular. Orta Doğu’daki ayaklanmalardan etkilenerek Havice’de yönetimi protesto gösterisiyle başlayan olaylar, ABD tarafından kurulan silahlı milisler olan Sahva’daki adamlarıyla bazı Arap aşiretlerinin Kerkük merkezine doğru yola çıkmasıyla tırmandı. Bunun üzerine Kerkük’e 5000 civarında peşmerge gücü konuşlandırıldı. Bu güçler  peşmerge birlikleri değil, Zerevani denilen KDP’ye bağlı özel silahlı birliklerdir. Kerkük, kuzeydeki yerel yönetimin yetki sınırlarının dışında kalmasına rağmen bu birlikler Kerkük’ü kuşatma altına alarak adeta güç gösterisi yaptı. Kerkük’teki Kürtleri korumak için şehre geldiklerini ve Kürtlerin güvenliğini sağlamadan çıkmayacaklarını söyleyen bu güçleri ne ABD, ne Irak hükümeti ne de Türkiye engelledi. ABD ve Irak hükümetinin bu silahlı grupları şehri terk etmeye “ikna çabası” ise henüz sonuç üretmedi. Asıl sorun ise Kerkük’ün kuzeye bağlanmasını ve Türkmenlere zarar gelmesini bir dönem kendisi için kırmızı çizgi ilan eden Türkiye’nin Kerkük abluka altına alınmışken bu kadar sessiz kalması. Türkiye’nin Irak politikasının bir süredir ekseninin kaydığı, zaten Irak’ın kuzeyinde olup bitenlere Türkiye’nin yaklaşımından bellidir.
Kerkük’ün bu kadar göz ardı ediliyor olması, hiçbir yönden açıklanabilecek bir durum değildir. Galiba, Türkiye’nin Kerkük’ü tekrar hatırlaması için şehrin tamamen işgal edilmesi veya Türkmenleri hedef alan büyük bir şiddet dalgasının başlaması gerekmekte. Son yıllarda Türkmenleri sinsice vuran şiddet görmezden geliniyor. Gelişmelerin böyle devam etmesi Kerkük’ü ve Türkmenleri her geçen gün daha fazla tehlike altına atmaktadır. Ve meselenin en önemli boyutu kendisinin de bir Türkmen olduğunu unutan Ahmet Davutoğlu’nun her yerde “uzlaştırıcı” rolü oynarken Kerkük’te soydaşlarını peşmerge zulmüne terk etmesi, Telaferlilere de kulağa hoş gelen fakat sonuç doğurmayacak konuşmalar yapmasıdır.
Sayın Davutoğlu, tarih herkesi bir şekilde hatırlar. Tarihin sizi Kerkük’ü Barzani’ye veren ve Türkmenlere terk eden Türk Dışişleri Bakanı olarak hatırlamasına izin vermeyin. Bu konuyu önümüzdeki günlerde sizin ve Türkiye’nin gündemine getirmeye devam edeceğim.